↧
ilyada'da yer alan karakterlerin memleketleri haritası
↧
dünya öykü günü'nde borges'ten bir öykü: ulrike*
Hann tehr sverthit Gram ok
leggr i methal theira bert**
Völsunga Saga, 27
Onu ilk kez, York Kilisesi’nin Baş Rahibesi’nin yanında, hani şu Cromwell put düşmanlarının her çeşit resimden arındırmak istedikleri vitrayların altında gördüğümü söylemek hiç de zor değil benim için; ama aslında onunla surların öte yanında kalan Northern Inn’in çıkışında tanıştık. Pek kalabalık yoktu, ve arkası bana dönüktü. Biri ona bir kadeh içki verdi ama o istemedi.
– Ben feministim, dedi. Erkeklere öykünmek istemiyorum. Tütünleri de içkileri de hoşuma gitmiyor.
Taşı gediğine oturtmak istiyordu ve bu tümceyi ilk kez söylemediğini anladım. Daha sonra da bunun kişisel özelliklerine uymadığını öğrendim, zaten söylediklerimiz her zaman kendimize uymaz.
Müzeye geç geldiğini, fakat Norveçli olduğunu öğrenince girmesine izin verdiklerini söyledi.
Orada bulunanlardan birisi yorum yaptı:
– Norveçlilerin York’a ilk girişleri değil ya.
– Doğru, dedi kız. İngiltere bizimdi ve biz onu yitirdik, eğer birinin bir şeyi varsa o şey yitip gidebilir.
İşte o zaman ona baktım, Wiliam Blake’in bir dizesi gençkızları yumuşak gümüş ya da öfkeli altın olarak niteler, ama Ulrike’de hem yumuşaklık vardı, hem altınlık. Zayıf, uzun boyluydu. İnce hatları ve gri gözleri vardı. Yüzünden çok, gizemli dingin havası beni etkilemişti. Kolayca gülümsüyordu ve bu gülümseme onu uzaklaştırıyor gibiydi. Siyahlar giyiyordu, çevrenin sönük havasının renklerle canlandırıldığı Kuzey ülkelerinde tuhaf kaçıyordu bu. Akıcı ve anlaşılır bir İngilizce konuşuyordu ve r’leri hafifçe vurgulu söylüyordu. İyi bir gözlemci değilimdir, bunları yavaş yavaş keşfettim.
Bizi tanıştırdılar. Bogota’da, And Üniversitesi’nde profesör olduğumu söyledim ona. Kolombiyalı olduğumu da açıkladım.
– Kolombiyalı olmak ne demek?
– Bilmem ki, diye yanıtladım. Bir inanç biçimi.
– Norveçli olmak gibi birşey, diye vurguladı.
O gece konuştuklarımızdan başka hiçbir şey anımsayamıyorum. Ertesi gün erkenden yemek salonuna indim. Pencereden bakınca kar yağmış olduğunu gördüm; toprak sabahın derinliğinde yitiyordu. Başka kimse yoktu. Ulrike beni masasına çağırdı. Yalnız başına yürümekten hoşlandığını söyledi.
Schopenhauer’in bir nüktesini anımsadım ve: – Ben de, diye yanıtladım. Demek ki ikimiz birlikte çıkabiliriz.
Yumuşak karda yürüyerek evden uzaklaştık. Tarlalarda tek bir canlı yoktu. Irmağın aşağısında, birkaç mil ötede bulunan Thorgate’e gitmeyi önerdim. Ulrike’ye tutulduğumu biliyordum
Biraz sonra yüksek sesle düşünüyormuş gibi konuştu:
– Dün York Minster’de gördüğüm o birkaç basit kılıç, Oslo Müzesi’ndeki büyük büyük gemilerden daha çok coşturdu beni.
Yollarımız ayrılıyordu. O akşam Ulrike Londra’ya gidecekti, ben de Edinburg’a.
– Oxford Street’te, dedi, Londra’nın kalabalığı arasında yitip giden Anna’sını arayan De Quincey’in yolunu izleyeceğim.
– De Quincey onu aramayı bir yana bıraktı, dedim. Bense uzun zamandır aramamı sürdürüyorum.
– Belki de, dedi alçak sesle, bulmuşsundur onu.
Ummadığım bir şeyin bana yasaklanmadığını da anladım, dudaklarından ve gözlerinden öptüm onu. Usulca ama kesin bir biçimde beni itti ve sonra:
– Thorgate otelinde senin olacağım, dedi. Bu arada bana elini sürmemeni istiyorum senden. Böyle olması daha iyi.
Yaşını başını almış bir bekâr için, sunulan bir aşk umut edilmedik bir armağandır. Koşulları belirlemek mucizenin hakkıdır. Popayan’da geçen gençlik yıllarımı ve Ulrike gibi narin ve sarışın fakat aşkımı reddeden Teksaslı kızı düşündüm.
Beni sevip sevmediği gibi bir soru sorma yanılgısına düşmedim. İlk erkeği olmadığımı ve sonuncu da olmayacağımı anlamıştım. Benim için belki de sonuncu olacak olan bu serüven, bu kararlı ve çekici Ibsen öğrencisi için bir sürü serüvenden yalnızca birisi olacaktı.
El ele yürüyorduk.
– Bütün bunlar bir düş gibi, dedim, oysa ben hiç düş görmem.
– O Kral gibi, dedi Ulrike, bir büyücü, bir domuz ahırında uyutuncaya dek hiç düş görmemiş.
Sonra sürdürdü konuşmasını:
– İyi dinle. Bir kuş ötmeye başlayacak.
Biraz sonra kuş cıvıltıları duyduk.
– Buralarda insanlar, ölmek üzere olan bir kişinin geleceği gördüğüne inanırlar,
– Ben de ölmek üzereyim, dedi Ulrike.
Şaşkınlıkla baktım ona.
– Ormandan gidelim, kestirme olur, önerisinde bulundum. Thorgate’e daha çabuk varırız.
– Orman tehlikelidir, dedi.
Tarlalarda yürümemizi sürdürdük.
– Bu an her zaman sürüp gitsin isterdim diye mırıldandım.
– Her zaman sözcüğü insanlara yasaklanmış bir sözcüktür, dedi Ulrike ve ettiği büyük lafı hafifletmek için iyi duymadığını söyleyerek adımı bir daha söylememi istedi benden.
– Javier Otárola, dedim ona.
Adımı yinelemek istedi. Söyleyemedi. Ben de Ulrikke diyerek başarısızlığa uğradım,
– Sana Sigurd diyeceğim, dedi gülümseyerek.
– Eğer ben Sigurd isem sen de Brynhild olacaksın.
Adımlarını yavaşlattı.
– Saga’yı bilir misin? diye sordum.
– Kuşkusuz, dedi. Almanların sonradan Nibelungen diye bozdukları acıklı öykü.
Tartışmak istemedim ve yanıt verdim:
– Brynhild, yatakta, ikimizin arasında bir kılıç olmasını istiyormuş gibi yürüyorsun.
Birden otelin önüne gelmiştik. Öteki otel gibi adının Northern Inn olması beni hiç şaşırtmadı.
Merdivenleri çıkınca Ulrike bağırdı:
–Kurt sesini duydun mu? İngiltere’de kurt kalmadı hiç. Çabuk ol.
Üst kata çıkınca duvarlarda William Morris biçeminde, meyve ve kuş resimleri olan çok koyu kırmızı duvar kâğıtları dikkatimi çekti. Önce Ulrike girdi. Karanlık odanın tavanı alçaktı ve iki yandan eğikti. Umut edilen yatak donuk bir aynaya yansıyordu, parlayan maun bana İncil’deki aynayı anımsattı. Ulrike hemen soyundu. Adımla, Javier diye seslendi. Kar lapa lapa yağıyormuş gibi geldi bana. Artık ne mobilya kalmıştı ne de ayna. İkimizin arasında kılıç yoktu. Zaman kum gibi akıyordu. Yüzlerce yıllık karanlıkta aşk akıp gitti ve ben ilk ve son kez Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum.
Jorge Luis Borges
*“Gram kılıcını aldı ve çıplak olarak ikisinin arasına yerleştirdi."
jorge luis borges . "kum kitabı" . çev. yıldız ersoy canpolat . iletişim yayınları 2014
↧
↧
resim sanatına bi de şuralardan bakalım
![]() |
![]() |
Grant Wood ("American Gothic"), Jesse Hunniford |
↧
yuri shwedoff
↧
günün filmi: "love is love"
↧
↧
mike barr
↧
günün filmi: leningrad - kolshik
ilya naishuller'in süper bi kısa filmi. bi kaç kere izlemeden edemeyeceğiniz, izlerken ne güzel bi şey ya şu sinema sanatı diyeceğiniz bi film.
↧
mesai -II-
![]() |
altan erbulak, şevket altuğ, metin akpınar, zeki alasya ve ercan yazgan |
müslümanlar neden geri kaldı? 1879'da osmanlı rus savaşı'nın ardından kaleme alınan rapor: 1 - 2
şuradaçok tatlı bi kaç fotoğraf var. jana ramanova, bebek bekleyen çiftleri onlar mışıl mışıl uyurken fotoğraflamış.
schoupenhauer şöyle yazmış: "okumama sanatı çok önemlidir. Bu sanat, herhangi muayyen bir zamanda halkın dikkatini celbeden ne varsa onunla alakadar olmamaktan geçer. Siyasi ya da dini bir kitapçık, bir roman ya da şiir şamata koparmaya başladığında, hatırla, ahmaklar için yazanın okuru bol olur. İyi kitaplar okumanın ön koşulu, kötü kitaplar okumakla zaman kaybetmemektir, zira hayat kısadır."
burayı tıkladığınızda karşınıza bi dünya haritası çıkıyor. sonra dilediğiniz bir ülkeyi seçiyosunuz ve 1900'den günümüze, o ülkenin popüler şarkılarından örnekler dinleyebiliyosunuz. mesela ben şimdi türkiye'yi tıkladım, 1930'u seçtim ve safiye ayla'dan "oğlanın davarı"nı dinlemeye başladım.
şu şarkı negzel.
az önce adalet ağaoğlu'nun "ölmeye yatmak"ını bitirdim. roman 30'lu yılların başlarında bir ilkokul müsameresi hazırlıkları esnasında başlıyor ve biz o müsamerede rol alan çocukların, genç cumhuriyetle birlikte yetişkinliklerine doğru ilerleyişlerini, bir otel odasında intihar maksadıyla bir yatağa çırılçıplak uzanmış aysel karakterinin geri dönüşleriyle birlikte izliyoruz. tam da cereyanlar'ı okurken başlamıştım romana, ara ara dinlenmek için okurum diye ama, bırakamadın sonra elimden. cereyanlar bir süre için sırtını dönmüş, sırasını bekler halde masa lambasının dibinde kalakaldı böylece. (ama şimdi "bir düğün gecesi"ne başlamadan önce bi süre cereyanlar'a devam etmeyi düşünüyorum.)
şu postcast ile neşet ertaş'a doyuyoruz. (bi konserinde aşka gelip bağlamasını ısırdığını biliyor muydunuz neşet ertaş'ın?)
moonligth'ı izledim az önce. sert bi film. ama birinin dediği gibi son 10 yılın en iyi filmi mi? yok be. o kadar diil. ama iyi film tabii. bir saat elli dakkanın nasıl geçtiğini anlayamıyosunuz. sonra kalktım, kıprıs şehitleri'ne doğru dolmuşa bindim ve sık sık filmi düşünürken yakaladım kendimi. öyle filmlerden yani.
şu kızlar:)
↧
bishop
↧
↧
nechayev kızıl doktor karl marx'a karşı
2.
![]() |
Necheyev |
Nechayev, yıllar sonra dünya edebiyatına Ecinniler’deki (The Possesed) Peter Verkhovensky’nin orjinali olarak geçecekti. Dostoyevski’nin portresi Nechayev’in gerçek cesaretine pek de hakkını vermeyen bir karikatür olduğu hâlde, genç devrimcinin en belirgin niteliklerini –nihilistçe fanatizmi, kişisel sıcaklık ya da acıma duygusundan yoksun olması, hesaplı ahlâk dışılığı, tüm erkekleri ve kadınları kendisiyle özdeşleştirdiği devrim davasında kullanılacak araçlar olarak görmesi- oldukça doğru olarak yakalamaktadır.
Nechayev bir anarşist değildi, daha çok nihilizmi, amacın her aracı haklı kıldığı, toplumdaki her şeyle birlikte bireyin de yadsındığı ve teröristin otoriter istemini eylemlerinin tek gerekçesi hâline geldiği şu nefret verici aşırı uca kadar taşıyan, bir devrimci diktatörlük hayranıydı.
Nechayev’in Bakunin’le tanışması ve bu tanışmanın Bakunin’in üzerinde yarattığı büyülenme Anarşizme derin zararlar vermişti.
![]() |
Bakunin |
Bu ikisi arasındaki tartışmalı ilişki Nechayev’in ‘Rusya’da Halkın Adaleti’ adı altında örgütlenmek üzere hazırlandığı sırada İsviçreli otoriteler tarafından yakalanmasından sonra tartışmalı bir boyuta taşınacaktı. Nechayev’in eşyaları arasında çıkan “Devrimin Kitabı” başlıklı şifreli el yazmasıydı bu tartışmayı yaratan. Nachayev el yazmasında “devrimci adanmış adamdır,” diyordu. Ona göre kendisini ‘yıkma’ya adamış bir devrimci hemen “ölüme mahkum ettiklerinin listesini yapmalı ve göreceli günahlarının sırasına göre cezalarını iple, bıçakla veya mermiyle vermelidir.”
O sırada Bakunin’le ve dolayısıyla Bakunin’in temsil ettiği anarşizmle İşci Enternasyonali’nde kıyasıya bir mücadele içinde olan Marksistler, bu el yazması olayını Bakunin’i yenilgiye uğratmak için bir fırsat olarak kullandılar. Bakunin her ne kadar el yazmasıyla kendisinin hiçbir ilgisinin olmadığını ileri sürmüşse de Enternasyonal içerisindeki tartışmalarda itibar kaybına uğramıştı.
Bakunin bu tartışmaların yaşandığı o günlerde maddi açıdan biraz rahatlamak için çalışarak para kazanmaya karar vermiş, ama son derece sevimsiz bir iş seçmişti: Bir Rus yayımcı için Marks’ın baş yapıtı Das Kapital’in ilk cildini tercüme etmek.
Bakunin, Marks’ın tumturaklı üslubunun altında kalmıştı ve bu yüzden yayımcıyla –çeviriyi zamanında yetiştirememesinden ötürü- sorunlar yaşamaya başlamıştı. Sorun Nachayev’in olaya el koymayı teklif etmesi ile daha da çetrefilleşti. Genç anarşist, İsviçre polisini nasılsa atlatmış Cenevre’ye ‘ustası’ Bakunin’e geri dönmüştü. Nachayev yayıncının İsviçre’deki temsilcisi Lyubavin’e bir mektup yazarak, Bakunin’i daha fazla rahatsız ederse ‘Halkın Adaleti’nin intikam alacağı tehditinde bulundu. Mektup Marks’ın eline geçti ve o da mektubu kendi çıkarları için kullandı. (2)
Olaylar Nechayev’in Londra’ya –Marks’ın yaşadığı şehre- doğru yola çıktığı öğrenilince daha karmakarışık bir nitelik kazanacaktı.
3.
Scotland Yard dedektifi Charles Stuart Nestroy, olayı çözmek için görevlendirildiğinde henüz 27 yaşındaydı ve Profesör’ün cesedinin bulunduğu masanın başında sıkıntıyla bu zamansız gelişmeyi nasıl savuşturacağını düşünüyordu. Sıkıntıyla çünkü buraya üzerinde smokiniyle kiliseden gelmişti: Biraz önce rahibe, iyilikte kötülükte hastalıkta sağlıkta ölüm onları ayırıncaya kadar yanından ayrılmayacağını taahhüt ettiği ‘gelinini’ Lord Destrop’tan(3) gelen özel emir üzerine düğün arabasında bırakıp, apar topar buraya gelmek zorunda kalmıştı.4.
Birinci Enternasyonal’in ve sosyalizmin beyni, Kapital’in yazarı Karl Marks 1848 devriminin başarısızlığının ardından 1848 Ağustos’undan bu yana ailesiyle birlikte Londra’da sürgün hayatı yaşıyordu.Bir süredir evinde işci enternasyonalinden birkaç dostuyla birlikte heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydi:
1.Cenevre’deki dostlarından Nachayev’in Londra’ya geldiğini öğrenmişti.
2. Nechayev’le aralarında bazı konularda derin anlaşmazlıklar içindeydiler.
3. Profesör Maitland, British Museum Lord Brantion Salonu 1882 numaralı masada ölü bulunmuştu.
4. Bu masa Marks’ın 7 yıldır hemen hemen her gün çalıştığı masaydı.
5. Hiç kuşkusuz genç nihilist Profösör’ü Marks’la karıştırmıştı. (4)
5.
![]() |
Marx |
Cüzdanında 200 Sterlinlik banknota da, altın işlemeli köstekli saate de dokunulmamıştı. Profesör, eski bir güreşçiydi ve yaşına göre oldukça sağlıklı bir adamdı fakat katiline direndiğine dair en ufak bir işaret yoktu. Kütüphaneye giren herkesin kaydı tutuluyordu ve kayıtlara bakılırsa o gün giriş yapanların yaş ortalaması 60 dolaylarındaydı.
Fakat Charles Stuart Nestroy, bu tür tuhaflıklar karşısında yolunu kaybedebilecek bir adam değildi. Bir insan öldürülmüştü; bu insanı başka bir insan öldürmüştü. İnsanlar basit yaratıklardır. Bazen karmaşık problemlere sebep olurlar ama yine de bu problemler çözülemeyecek problemler değildir. Öneli olan bir sebep bulmaktır. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Charles Stuart Nestroy Profesör’ün hizmetçilerinden birinde böyle bir sebebi çok geçmeden buldu.
6.
Bu sırada İşci Enternasyonali militanları Marks’ın damadı Lafargue’nin önderliğinde polise olabildiğince hissettirmemeye özen göstererek gizli bir operasyon yürütüyordu. Londra’nın altını üstünü getirmişler fakat Nachayev’e dair tek bir işaret bulamamışlardı. Kesin olan tek şey genç anarşistin kentte olduğuydu fakat yer yarılmış içine girmişti sanki.Marks, o günlerde dostu Engels’e yazdığı bir mektupta, “en azından bu olay sayesinde işçi sınıfıyla daha samimi bir ilişki geliştirme fırsatı buldum,” diye yazıyordu, kendisini korumak için evinde nöbet tutan 6 işciyi kastederek, “Jenny elinden geldiğince ikramda bulunmaya çalışıyor ama proletarya dikkatlerini dağıtacağını ileri sürerek tüm ikramları nazikçe geri çeviriyor.” (5)
7.
Hizmetçinin adı Elizabeth Forght’tu. Nestroy’a bir süre önce Profesör tarafından işten atılan bir uşaktan bahsetti: “Biraz da ben sebep oldum belki de bu olanlara,” dedi genç kadın, “Charles çocukluğundan beri Sir Maidland’ın hizmetinde çalışmıştı. Benimle evlenmek istiyordu fakat ben kabul etmedim. Çılgına döndü ve bana saldırdı. Ben de durumu profesöre anlattım.”Profösör prensip sahibi katı bir adamdı. Anında işine son vermişti Charles Herbert’in . Herbert bunun üzerine birkaç kez Profesör'ü tehdit etmişti.
8.
Lafargue ve arkadaşları artık neredeyse Nechayev’den umutlarını kesecekken, Enternasyonal’in önemli isimlerinden bir işçinin, bir balyozla paramparça edilmiş cesedi bulundu. Durumun vehameti bu olayla birlikte daha da netleşmişti. Marks o günleri değerlendiren mektubunda, “Jenny ve kızları belki de vaziyet açıklık kazanıncaya kadar kentin dışına göndermek -mesela Engels’in yanına, Menchester’a- gerekiyordu ama Jenny hepimize malum olan o inadıyla ‘böyle bir şeyin asla olmayacağını’ deklare edince katilimizi ailecek ve tabiî yoldaşlarımızla birlikte beklemekten başka yapacak bir şey kalmadı. Ama hepimiz çok tedirgindik.” (6)9.
Charles Herbert’i kolayca buldu Nestroy.Bir mezarlıkta yatıyordu Herbert. Uşak, bir bar kavgasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Polis o günler için olağan kabul edilen bu tür olayların üzerinde pek durmazdı ve bu olayda da dosya hemen kapatılmıştı.
Nestroy, dosyayı tekrar açtı ve böylece Herbert’in özel eşyaları arasında bulduğu bir mektuba ulaşabildi: Bir süredir İngiltere’de yaşayan bir Polonyalı tarafından yazılmış bu mektupta Elizabeth Forght’la Profesör Maidlant arasında, çalışan-işveren ilişkisinden öte bir şeylerin olduğu yazılıyordu. Fakat mektupta daha da ileri gidiliyor ve bir üçüncü şahıstan bahsediliyordu. Aslında Elizabeth Forght evliydi ve kocasıyla Profesör'e bir komplo hazırlığındaydılar.
Elizabeth Forght hemen tutuklandı ve arkasından kocası bir pansiyonda kıskıvrak yakalandı. Adamın adı Peter Forght’du.
Adam profesörü öldürdüğünü kısa bir ‘soruşturmanın’ ardından itiraf etti. Profesör Elizabeth Forght’un adına bankaya 17 Bin Sterlin yatırmıştı ve bu parayı rahatça kullanabilmeleri için ölmesi gerekmişti. Bu arada iş ortağını da –ki bir Polonyalı’ydı kendisi- aralarındaki bir anlaşmazlık nedeniyle bir balyozla öldürmek ‘zorunda’ kalmıştı.
10.
1870’lerin Londra’sında ‘kamuoyu’nu günlerce meşgul eden bir cinayet olayı daha böylece çözümlenmiş bu arada dedektifi Charles Stuart Nestroy balayına nihayet çıkabilmişti.İşin aslı anlaşılmış ve Marx ve arkadaşları biraz olsun rahatlamışlardı. Biraz, çünkü Nechayev hâlâ Londra’daydı ve ne yapacağı belli olmazdı.
Ama daha sonra Nechayev’in Londra’ya aslında hiç de Marx’la ilgili bir nedenden ötürü gelmediğinin, Cenevre’de tanıştığı bir bayan hayranının misafiri olarak orada bulunduğunun ve kadını iyice söğüşledikten sonra oradan Rusya’ya geri döndüğünün anlaşılmasından sonra anarşist kaynaklar tarafından ince alaylarla dolu hayli zengin bir literatür oluşturulmuştur. Martinez Alfonso’nun “Geceyarısı Devrim” adlı tiyatro oyunu bunların arasında en bilinenidir.
Bu arada Marksist tarihçilerin Marx’ın Londra günlerinin bu en ayrıksı olayına neden bu denli sessiz kaldıklarını anlamak kolay değil.
Ama en azından Marx, onlardan daha derin bir mizah duygusuna sahipti.
Olaydan bir yıl sonra Engels’e yazdığı bir mektupta 'Kızıl Doktor'şöyle diyecekti.
“O gün gazeteyi aldım ve korucularıma Profosör Maidlant’ın katilinin, 17 Bin sterlinden başka bir şeyi düşünmeyen Peter Forght adlı bir üçkağıtçı olduğunu söyleyen haberi okudum. Odada bir sessizlik oldu. Liderlerinin değil bir suikasta kurban edilmek, sıradan, belki de düşmanları dahil kimsenin dikkate almadığı bir ahmak olduğunu düşündükleri vehmine kapıldım nedense aniden ve o vakit keşke hemen şimdi şu aptal Nachayev gelse de alsa canımı diye düşündüm ister istemez.” (7)
1. Edward S. Maitland’ın öldürülmesi olayı Jakob Burchardt tarafından dilimize ’19.YY İngiltere’sinde Polisiye’nin Doğuşu’ adlı eserde Charles Stuart Nestroy’un ilerde Conan A. Doyle’un olay çözümleme teknikleri üzerine yaptığı çalışmaları üzerindeki etkileri bağlamında derinlemesine incelenmiştir.
“19.YY İngiltere’sinde Polisiye’nin Doğuşu’ Jakob Burchardt, Ayrıntı Y., 2002, İst
2. Anarşizm, G. Woodcock, Kaos Y., s.177, 1996, İst
3. İçişleri bakanı
4. Olayla ilgili olarak Marksist kaynaklar yok denecek kadar azdır. Biz bu yazımızda Marks’ın Engels’e yazdığı 12 Haziran 1874 tarihli bir mektuptan ve BuMay Erksine adlı bir anarşist tarihçinin ‘Nachayev’ adlı çalışmasından (London Press, 2000) yararlandık.
5. Marks-Engels Arşivleri, Cilt 3, s. 475, Paradigma Y. 1979
6. Marks-Engels, agy.
7. Marks-Engels, agy.
↧
hilmi yavuz'a göre '10 türk şiiri'
Akın ve 'İlâhiler'
Gülten Akın’ın 'İlâhiler'ini (Alan Yayıncılık, 1983), yayımlandığı yıl okumuştum elbet. Gülten’in şiirini her zaman çok sevmişimdir, ama ‘İlâhiler’in yeri başkadır bende...
Kitabın, kuşkusuz, bence, en güzel şiiri ‘Eflatun İlahi’ dir. Sadece bu kitabın değil, belki de Türkçe’nin en güzel şiirlerinden biri. Hele son dize:
Hangi yaz seni nennileyebilir?
Şunu düşündüm: Bir soruşturma yapılsa -ve, örneğin, 10 Türk Şiiri’ sorulsa, nasıl bir yanıt verirdim? Doğallıkla, kendi şiirlerimi bu sıralamanın dışında bırakarak?
‘10 Türk Şiiri’? Evet, neden olmasın?
Fethi Naci’nin 10 Türk Romanı’ sıralamasına benzer bir sıralama, niçin 10 Türk Şiiri’ için yapılmasın? Doğallıkla, Cumhuriyet dönemi şiirleri arasında...
Düşündüm: Hangi şiirleri alırdım?
Gülten Akın’ın Eflatun İlahisi'ni alırdım elbet; Oktay Rifat’ın Mısır Dönüşü’nü, Asaf Halet Çelebi’nin Semd-ı Mevlânâ'sını, Behçet Necatigil’in Solgun Bir Gül Dokununca'sını, Ahmet Muhip Dıranas’ın Olfido’sunu?
Peki, başka?
Örneğin, Edip Cansever’den, Orhan Veli’den, Attila Ilhan’dan, ve Nâzım’dan?
Ötekiler üzerinde düşünmem gerek. Ama Nâzım’dan, herhalde Dört Hapishaneden'i alırdım -Çankırı Hapishanesinden'i elbet. İlhan Berk’i de unutmamalıyım.
10 Türk Şiiri’ üzerine düzenlenecek bir soruşturmada, acaba bazı şiirler üzerinde birleşilebilir mi?
EFLATUN İLAHİ
Eflatun çiçekler döküyor durmadan
Sayrısın, etinde yıllanmış zehir
Nece sağaltayım seni, nece dindireyim
Ülkem misin, oğlum musun seçemiyorum
Sevdanın özü birdir
Yazıları tersinden okuyorlar
Biz de biliyoruz, okuyan da bilir
Onca genişletmiş evini yerini
Yaramaz otlar gibi
Sanılır çılgınlık usa naziredir
Duldasız gölgesiz rüzgâr içinde
Başağını gece büyütene sor
Zulümün durağı yitik oldukça
Kavga gündemden düşmüyor
Gülten Akın acep gidişlerdesin
Acın dinlencede değil
Özlemin kanıyor
Mülkün örselenmiş
Ürünün dağılmış
Hangi yaz seni nennileyebilir?
Gülten Akın
MISIR DÖNÜŞÜ
Doldur kadehimi Hasan Can! Güneşe
Tutsam derimi, ısıtmıyor. Bu mintan
Kefenden daha soğuk! Versem ateşe
Girit ve Rodos’u, kızoğlankız, civan
Kırk Macarlı odalık, bel, kasık, meme,
Dizsem karşıma, nafile! Ne Çaldıran,
Ne Şam, Mısır, su serpmez yavuz gönlüme,
Bir çeki taşı gibi üstümde Zaman
Ve soyulmuş etimde bin sırtlan anı.
Varın gidin cellata, vurulsun boynu
Yunus vezirimin! Hasan Can, şarap koy
Ki dönsün fırıl fırıl yer gök ve saray,
Arap, acem mülkü bütün, diyar-ı Rum!
Ayna tut, yüzümü görmek istiyorum!
Oktay Rifat
SEMA-İ MEVLÂNA
tennûre giymiş ağaçlar
aşk niyâz eder
mevlâna
içimdeki nigâr
başka bir nigârdır
içimdeki semâ'a
nice yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar
güneşli bağçelerde ağaçlar
'halaka's-semâvâti-ve'lard'h'
yılanlar ney havalarını dinler
tennûre giymiş ağaçlarda
çemen çocukları mahmûr
câaan
seni çağırıyorlar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar
Asaf Halet Çelebi
SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.
Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlara takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Behçet Necatigil
OLVİDO
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.
Ahmet Muhip DRANAS
ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR
1
Saat dört,
yoksun.
Saat beş,
yok.
Altı, yedi,
ertesi gün,
daha ertesi
ve belki
kim bilir...
Hapisane avlusunda
bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde
on beş adım kadardı.
Gelirdin,
yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman
muşamba torban
dizlerinde...
Kelleci Memed'i hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan.
Başı dört köşe,
bacakları kısa ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük.
Kovanından bal çaldığı adamın
taşla ezmiş kafasını.
«Hanım abla» derdi sana.
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,
tepemizde, yukarda,
güneşe yakın,
bir konserve kutusunun içinde...
Bir Cumartesi gününü,
hapisane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı :
«Beypazarı meskenimiz, ilimiz,
kim bilir nerde kalır ölümüz...?»
O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın.
Bende yalnız bir fotoğrafın var :
bir başka bahçede
çok rahat
çok bahtiyar
yem verip tavuklara
gülüyorsun.
Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu,
fakat pek âlâ gülebildik
ve bahtiyar olmadık değil.
Nasıl haberler aldık
en güzel hürriyete dair,
nasıl dinledik ayak seslerini
yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
hapisane bahçesinde...
2
Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî'den :
«Gece :
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.>
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî'yi oku.
Ve Pîrâyende'm benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.
Bir akar su getirsin Gazalî'yi sana :
«— Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin...»
Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.
Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin...
Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var :
«Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.»
Kavaklar pamukluyor Gazalî'de,
fakat
görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.
Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında
büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n h a y a t t ı r ...
Beni unutma Hatçem...
3
Bugün çarşamba :
— biliyorsun —
Çankırı'nın pazarı.
Demir kapımızdan geçip
kamış sepetimizde bize kadar gelecek
yumurtası, bulguru,
yaldızlı, mor patlıcanları...
Dün köylerden inenleri seyrettim :
yorgundular,
kurnaz
ve şüpheli,
ve kaşlarının altında keder.
Erkekler eşeklerde,
kadınlar çıplak ayaklarının üstünde geçtiler.
Herhalde içlerinde senin bildiklerin vardır.
Herhalde iki çarşambadır pazarda :
kırmızı başörtülü
«kibirsiz» İstanbulluyu aramışlardır...
20.7.1940
4
Sıcaklar bildiğin gibi değil
ve ben ki yalı uşağıyım,
deniz ne kadar uzak...
İkiyle beş arası
cibinliğin altına uzanarak
ter içinde
kımıldanmadan
gözlerim açık
dinliyorum sineklerin uğultusunu.
Biliyorum :
şimdi avluda
duvarlara çarpıyorlardır suyu,
kızgın, kırmızı taşlar tütüyordur.
Ve dışarda, otları yanmış kalenin eteğinde
bir kezzap aydınlığı içindedir
simsiyah kiremitleriyle şehir...
Geceleri birdenbire rüzgâr çıkıyor.
sonra kayboluyor birdenbire.
Ve karanlıkta canlı bir mahluk gibi soluyup,
yumuşak, tüylü ayaklarıyla dolaşarak
bizi bir şeylerle tehdit ediyor sıcak.
Ve zaman zaman
ürpermelerle duyuyoruz derimizin üstünde
bir korku halinde tabiatı...
Bir zelzele olabilir.
Zaten üç günlük yere geldi,
salladı çapanoğlu Yozgad'ı.
Ve yerlilerin kavlince :
altı tekmil tuz madeni olduğundan
yıkılacak Çankırı şehri
kıyametten kırk gün önce.
Yatıp bir gece
başın bir kalasla ezilmiş,
çıkmamak sabaha...
Ölümün bu kadar körü ve mendeburu...
Ben yaşamak istiyorum biraz daha,
daha bir hayli yaşamak.
Bunu birçok şey için istiyorum,
birçok
çok mühim şeyler.
12.8.1940
5
Saat beşte akşam oluyor :
insanın üstüne doğru yürüyen bulutlarla.
Yağmur taşıdıkları belli.
Birçoğu
elle tutulacak kadar alçaktan geçiyorlar...
Bizim odanın yüz mumluğu,
terzilerin gaz lambası yandı.
Terziler ıhlamur içiyorlar...
Kış geldi demektir...
Üşüyorum.
Fakat kederli değilim.
Yalnız bize mahsus bir imtiyazdır :
kış günleri hapisanede,
sade hapisanede değil,
bu kocaman
bu ısınası
bu ısınacak dünyada
üşüyüp
kederli olmamak...
26.10.1940
Nazım Hikmet
↧
mesai -III-
4 Mart 2017
şurada dostoyevski üzerine bi film çekmeyi düşünen tarkovski'nin günlüğüne tuttuğu notlardan bir kaç örnek var.
öykü gazetesi ne güzel bi gazeteymiş. gerçekten, sadece öykü var gazetede ve bu öykülerin içinde bi şeyler olup bitiyor. öyle sonsuzluğun kıyısındaki sessizliğin kadınsı çığlıklarının çaresiz inildeyişleri falan diil.
güney afrikalı sanatçı marco cianfanelli'nin şu mandela heykelini inceyelim.
guy delisle'nin karakarga'dan çıkan "pyonyang -kuzey kore'ye bir yolculuk"unu az önce bitirdim: delisle, bi ara bi çizgi film işi için kuzey kore'ye gidiyor ve sonra orada yaşadıklarını grafik roman şeklinde kaleme alıyor. fakat ben kendisini sinir bozucu buldum. çok kibirli. orada bi kaç ay kalmış ama ülke hakkında zaten herkes tarafında bilinen şeyler dışında tek bi şey söyleyemiyor. insanlar tekno müzikten falan habersiz diye şok geçiriyor. çevirmenine 1984'ü okutuyor ve sonra gözlerinin içine bakıp üzerinde nasıl bi etki yaptığını anlamaya çalışıyor. iki milyona yakın insanın kıtlık nedeniyle öldüğü bir ülkede yaşadığının farkında diilmiş gibi davranıp, gittiği lokantanın masa örtülerinin nemli ve lekeli oluşu üzerinden tahlillere girişiyor. bütün kitap boyunca sadece çok saçma bir siyasi rejim üzerine hepimizin ezberlediği şeyleri tekrar tekrar gözümüze sokuyor fakat kitapta ofis var, otel var, müzeler var, totaliter bir devlet var ama ev yok, sıradan bi korelinin gündelik hayatı üzerine bi şey yok. gitmiş, ne salak bunlar ya demiş ve dönmüş herif.
1939'da türkiye'ye katılan iskenderun sancağı'nın arap alevi nüfusunun aslında eti türklerinden geldiğini iddia eden genç cumhuriyetin milliyetçi iktidarı işi daha da ileri götürüp sancağa hatay adını vermiş, moğolistan'ın eski topluluklarından hıtaylar'dan ilhamla.
narcos'a başladım. (biraz geç oldu ama.) hikaye bi amerikalı ajanın bakış açısıyla anlatılıyor ve bu yüzden de çok sığ bi ideolojik arka plana sahip. binaenaleyh bi de şöyle bi belgesel var ki bu belgesel sayesinde gerçekliğe yaklaşma imkanına biraz olsun yaklaşabiliyoruz sanırım. escobar'la kolombiya devleti arasında yaşanan amansız savaş, kolombiya milli takımının 1984 dünya kupası macerası ile birlikte ele alınıyor belgeselde ve izlerken çayınızı falan soğutuyosunuz; öyle etkileyici.
çok eğlenceli bi muhabbetleri var şu kardeşlerimin. kahkahalarla izliyoruz.
gribim.
en iyisi şimdi kalkayım; böyle otur otur, nereye kadar? hem logan'a falan giderim belki. karnım da aç.
peki.
şurada dostoyevski üzerine bi film çekmeyi düşünen tarkovski'nin günlüğüne tuttuğu notlardan bir kaç örnek var.
öykü gazetesi ne güzel bi gazeteymiş. gerçekten, sadece öykü var gazetede ve bu öykülerin içinde bi şeyler olup bitiyor. öyle sonsuzluğun kıyısındaki sessizliğin kadınsı çığlıklarının çaresiz inildeyişleri falan diil.
güney afrikalı sanatçı marco cianfanelli'nin şu mandela heykelini inceyelim.
guy delisle'nin karakarga'dan çıkan "pyonyang -kuzey kore'ye bir yolculuk"unu az önce bitirdim: delisle, bi ara bi çizgi film işi için kuzey kore'ye gidiyor ve sonra orada yaşadıklarını grafik roman şeklinde kaleme alıyor. fakat ben kendisini sinir bozucu buldum. çok kibirli. orada bi kaç ay kalmış ama ülke hakkında zaten herkes tarafında bilinen şeyler dışında tek bi şey söyleyemiyor. insanlar tekno müzikten falan habersiz diye şok geçiriyor. çevirmenine 1984'ü okutuyor ve sonra gözlerinin içine bakıp üzerinde nasıl bi etki yaptığını anlamaya çalışıyor. iki milyona yakın insanın kıtlık nedeniyle öldüğü bir ülkede yaşadığının farkında diilmiş gibi davranıp, gittiği lokantanın masa örtülerinin nemli ve lekeli oluşu üzerinden tahlillere girişiyor. bütün kitap boyunca sadece çok saçma bir siyasi rejim üzerine hepimizin ezberlediği şeyleri tekrar tekrar gözümüze sokuyor fakat kitapta ofis var, otel var, müzeler var, totaliter bir devlet var ama ev yok, sıradan bi korelinin gündelik hayatı üzerine bi şey yok. gitmiş, ne salak bunlar ya demiş ve dönmüş herif.
1939'da türkiye'ye katılan iskenderun sancağı'nın arap alevi nüfusunun aslında eti türklerinden geldiğini iddia eden genç cumhuriyetin milliyetçi iktidarı işi daha da ileri götürüp sancağa hatay adını vermiş, moğolistan'ın eski topluluklarından hıtaylar'dan ilhamla.
narcos'a başladım. (biraz geç oldu ama.) hikaye bi amerikalı ajanın bakış açısıyla anlatılıyor ve bu yüzden de çok sığ bi ideolojik arka plana sahip. binaenaleyh bi de şöyle bi belgesel var ki bu belgesel sayesinde gerçekliğe yaklaşma imkanına biraz olsun yaklaşabiliyoruz sanırım. escobar'la kolombiya devleti arasında yaşanan amansız savaş, kolombiya milli takımının 1984 dünya kupası macerası ile birlikte ele alınıyor belgeselde ve izlerken çayınızı falan soğutuyosunuz; öyle etkileyici.
çok eğlenceli bi muhabbetleri var şu kardeşlerimin. kahkahalarla izliyoruz.
gribim.
en iyisi şimdi kalkayım; böyle otur otur, nereye kadar? hem logan'a falan giderim belki. karnım da aç.
peki.
↧
abdülaziz'in ikinci mabeyincisi faik bey'e işkence edilirken II. abdülhamid'in de orada bizzat hazır bulunuşu hakkında bir tanıklık
daha sonra faik bey, sultanın tahttan indirilişi, ölümü, yıldız mahkemesi ve sonrasını konu edindiği ibretnüma adlı eserinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
‘Kağıthane imamı, pantolon ve donumu çözüp husyeteynimi (testislerimi; H. Y.) çıkarıp ve elindeki kıskacı husyeteynime takar 'vah vah, acıyorum, şunu söylesen de bu eziyetleri çekmesen olmaz mı?' deyip yüzüme bakarak ‘ne diyeceksin?’ diyerek cevap talebinde olduğundan ben, sarayda bir hükümdar huzurunda âdâbın haricinde vahşilerin bile icraya tenezzül etmeyeceği bu hâl-i esef-iştimalin (bu esef verici durumun; H. Y.) tesirinden haya ederek (utanarak; H. Y.) cevaben 'diyeceğimi dedim, bu da çilem imiş, çekmeye hazırım, mukadderat-ı ilâhiyye ne ise o olacak’ dediğimde işkenceye memur edilmiş olan gaddar-ı bi-hayâ İmâm-ı merkum, yedinde (elinde; H. Y.) daha önce hazırlamış olduğu ince bir demir çubuk ile diz kapaklarıma birkaç defa darbederek (vurarak; H. Y.) ve ‘hükümdann emrine itaat etmeyenin cezası budur deyip mahud kıskaç ile husyeteynimi bir suretle burmaya başladı ki acısından avazım asumâna (göğe; H. Y.) çıkıp ve hicabımdan dilimi dahi ısırmışımdır. Birdenbire gözlerim karardı, ne olduğunu bilemedim, bayıldım, kendimi kaybettim. Ve mel'ûn imamın elindeki mahûd kıskaç ile beraber vurmak için bir ince değnek gördüm ise de icra edilen ameliyatın acısı ile onu vurup vurmadığını hissedemedim. Biraz sonra aklım başıma geldi. Kendimi sırılsıklam buldum. Meğer ki, bu ameliyyât-ı zâlimâne ve mel'unaneyi ayak ucumda seyr ve temâşâ eden merhametlü Padişah gülerek ‘bayıldı, yüzüne biraz su serpiniz' diye ferman buyurmakla eseri merhamet ve âlicenâplık göstermiş olduğu anlaşılmıştır(s. 24-25).
okuma notları'nda (düşün yazıları IV) hilmi yavuz, faik bey'in tanıklığına şöyle bir not düşmeden edemiyor:
"Ne ilginç değil mi? Bizzat Padişahın (II. Abdülhamid) emriyle bir imam, Fahri Bey’e testislerini burarak işkence ediyor; Fahri Bey bayılıyor ve Abdülhamid, ‘bayıldı, yüzüne su serpin!’ dediği için de onu, âlicenâblıkla, yani yücegönüllülük (ve merhamet) göstermek' le övüyor!
Olamaz, diyorsunuz, değil mi? Osmanlı’da kul terbiyesi bunu gerektiriyor işte!.."
↧
↧
pin up kızları ve kediler
şu facebook sayfasında pin up kızlarının pozlarını taklit eden kedi dostlarımız var. internet bu tür deliliklerle güzel.
↧
osman yüksel serdengeçti: sağcı ortalamanın pespaye yazarı
tanıl bora cereyanlar'da, "kurduğu dil ve edayla, türkçü milliyetçiliğin ve onunla birlikte faşist söylemin avamlaşmasının, taşralılaşmasının ve popülerleşmesinin" yolunu açan osman yüksel (serdengeçti)'nin (1940-2013) çok net bir tasvirini yapıyor.
serdengeçti, ortalama ülkücü ufkun oluşmasında çok etkili olmuş bi yazar. kendisinden tek bir satır okumamış olsanız bile onun argümanlarından haberdarsınız: serdengeçti, halka malolmuş bi faşist; anonim bir dolaşımla hala anadolumuzun ufkunda bir hayalet gibi dolaşıyor.
şimdi cereyanlar'la devam edelim. (Cereyanlar, Tanıl Bora, İletişim Yayınları 2017, sayfa 290)
(...) Nevzat Kösoğlu’nun bahsettiği “kuruluk”, Türkçü hamaset ve maneviyatın yapaylık etkisi uyandırışıyla ilgilidir. Bütün yabancı bulaşıklarından arınmış pirüpak bir Türklük inşa etmeye dönük etno-mühendislik fanatizmine kapılan Türkçülük, tarihi, dili, kültürü hallaç pamuğu gibi atıyordu. Kısmen içeriden kısmen kenardan muhalefet ettikleri Kemalizmin kültürel ‘icatçılığıyla' akrabaydılar. Bütün Türkçüler Atsız gibi Allah’ın yerine tanrıyı geri getirmeyi özlemese, hatta kimileri dindar olsa bile, Türkçü söylemin sekület bir edası vardı - kutsiyetleri de etno-seküler bir nitelik taşıyordu. Şamanizme meftun olmayabilirlerdi fakat onun etno-dinsel mirasına romantik bir ilgi duyuyorlardı. Türkçü akımın taban tuttuğu öğretmen, öğrenci, genç subay zümrelerinin meşrebine uyan bu hava, dindar Ve muhafazakâr muhitlere soğuk görünmüştür. Atsız’ın gözüpek muhalefetine hürmet etmekle beraber onu yadırgıyorlardı. Türkçü akımın sadece edası değil ideolojik söylemi de seçkinciydi, halka değil seçkinlere hitap ediyordu.
Türkçülüğün 1944’te ‘aksiyonlaştığı’ linççi protesto hareketinin başını çekenlerden bir üniversite öğrencisi, Osman Yüksel, Türkçü ideolojinin bu meşrebini değiştiren bir başkalaşımın timsalidir. O, Türkçülüğün hem dinî muhafazakârlıkla eklemlenmesini hem popülist bir rotaya girmesini sağlayacak, böylelikle milliyetçi-muhafazakârlığm geniş çatısının inşasına da katkıda bulunacaktır.
Osman Yüksel (1907-1983), fiilen soyadı haline gelen Serdengeçti dergisiyle özdeşleşmiştir. 1947’de yayımlamaya başladığı, aralıklarla on beş yıl süreyle çıkardığı dergi, birkaç on binlik baskı sayılarına ulaşmıştır. Dönemin her meşrepten milliyetçi-mukaddesatçıları, gençlere önce onun yazılarını verdiklerini söyleyeceklerdir; çünkü basit ve ajite edicidir. Serderıgeçti sık sık kovuşturmaya uğramış, maddî darlıkla boğuşmuş, bir yandan da bu sıkıntıları mağduriyet fiyakasına dönüştürmüş bir kavga dergisidir.
Serdengeçti'nin logosunun altında “Hakka Tapar, Halkı Tutar” yazar. Bu söz, dinî hamasetle milliyetçi popülizmin bireşimini şiârlaştınr. Dinî atıflar aslında daha ziyade folkloriktir Osman Yüksel’in söyleminde; dindarlık, millîliğin ve halktanlığm kimlik belgesi işlevini görür. İslâm, ideolojik açıdan Osmanlı-Türk kimliğinin, sosyolojik açıdan “basit halk” kimliğinin bir unsuru ve işaretidir.
Osman Yüksel yazılarında sık sık halka ve halkın eşanlamlısı olarak “Anadolu”ya selâm verir: “Anadolu çocuğu...”, “halk çocuğu...”, “mütevekkil, çilekeş Anadolu köylüsü...”, “mümin ve mütevekkil Anadolu...”, “biz, Anadolu’nun bağrı yanık çocukları...” Bağrı yanıklık, hem yokluğa/yoksuluğa, hem dinî-muhafazakâr kültüründen ötürü aşağılanmaya işaret ediyordur. Osman Yüksel’in kendine biçtiği misyon, Anadolu’nun mazlum olduğu kadar sessiz ve vakur insanının sesi olmaktır. Yozlaşmış-yabancılaşmış aydınlara ve seçkinlere karşı yücelttiği halkı temiz, iyi niyetli ama saf, dolayısıyla vesayete muhtaç sayması, -dolayısıyla karikatürize ettiği seçkinci aydınlarla aynı tavrı paylaşması-, popülizmin evrensel paradoksu değil midir? Osman Yüksel, bu paradoksu, kendi halktanlığım, yalınlığını vurgulayarak örtecektir. 1968 Mayıs’ında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) milletvekili adayı olarak yaptığı radyo seçim konuşmasına şu hitapla başlayacaktır: “Karşınızda Meclisin doğru mu doğru, kravatsız; milletvekili* Osman Yüksel Serdengeçti! Bağrı yanık kardeşiniz, sizlere sesleniyor.”
Derbederlik, Osman Yükselin ‘samimi’ halidir gerçi, dağınıktır, çapaçuldur, fakat bunun adeta militanca teşhiri, ideolojik bir işlev görür: Onun avamlığını vurgular. O zaten köylü çocuğudur, okumuş yazmış takımından olmayan bir kanaat önderi oluşuyla yenidir ve bu hususiyetini kanırtır. Avamî dil ve duruş, Osman Yüksel’in ideolojik söyleminde, içerik kadar önemlidir. Bu eda, yapaylık ve kadınsılık alâmeti olarak deşifre ettiği “kibarlığa”, “formelliğe” ve bir bakıma modernliğe karşı doğal, sahih insan halinin ‘erkekçe’ savunusudur. Dobra dobra konuşma, hakikati “dümdüz” söyleme iddiasındadır; basit ve kısa cümlelerle yazmasını ayrıca “Türk’ün beklemeye tahammülü yok” diye haklılaştırır! Politik hasımlarla baş etmenin çözümünü de “dümdüz” söyler: “Mikroplara, parazitlere karşı kullanılan ilacı kullanmak! Yok etmek!”
Bu faşizan popülizm, muhafazakâr tahayyüldeki “basit halk” ve “küçük insan” idilinin bir dönüşümünü haber verir bize. Tipik örneğini Mahmut Şevket Esendal’ın öykülerinde bulabileceğimiz geleneksel muhafazakâr imgede Anadolulu halk adamı, çalışkan, dürüst, kanaatkâr, nikbin [iyimser], hayat ve cemiyetle uyum halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen, kendi halinde biridir. Halk, otantik/sahici, ezelî-ebedî, ‘has’ beşerî değerlerin mahfazası olarak bizzat muhafazakâr bir değer hükmü kazanır bu tahayyülde. Osman Yüksel’in etno-popülizmi ise bu değerin tehdit altında olduğunu hissetmekte, onu muhafaza edebilmek için saldırganlaşmaktadır. Serdengeç- ti’nin bağrı yanık Anadolu çocuğu, yabancıladığı yozluklara karşı hınçla doludur; kendisi belki yine vakarını korumakta fakat onun adına sesini yükseltip ‘rezilliklere’ küfrü basanın arkasında durmaktadır. Hızlanan modernleşme ve kapitalistleşme sürecinin, ayrıca demokratikleşmenin kışkırttığı arzularla, mahrumiyetlerin ve hayatın değişmesinin yol açtığı tedirginlikler arasındaki gerilimle ilişkilidir Anadolu insanı imgesindeki bu dönüşüm.
“Biz, Anadolu’nun bağrı yanık çocuklarındaki Biz’in ötekisi, Balkanlılardır. Bu karşıtlık, Anadolulu halkını küçük gören Kemalist seçkinlerin -başta Atatürk- Balkan kökenli olmasını ‘kullanır’ ve onları yabana olarak damgalar. “Kahpe Selamk”ten ve başka Balkan vilayetlerinden gelenler, “Işkodra Türkçesi” konuşanlar, “adı Türk” olsa bile “soyca ve huyca bizden olmayanlar”dır.** “Bu vatanı suyun öte yanıtıdan gelenler kurtarmadı” der Osman Yüksel. Vatanı Anadolu’nun ‘öz’ çocukları kurtarmış, fakat “suyun öte yanından gelenler” iktidarı gaspetmiştir. “Tek cümle ile Türkiye’de Türklerin hakimiyetini istemektir” diye meşrulaştırdığı ırkçılığı, bu sözde- Türk zümreye karşı bir savunma icabı olarak sahiplenir: “Türk olmayanlardan, kanı bozuklardan, sütü bozuklardan, devşirmelerden, dönmelerden bu millet çok çekmiştir.”
Irkçılık, Osman Yüksel’de ksenofobik bir tiksintiyle birleşir. “Yabancı görünce tüylerimiz ürperir” der. Hapiste aynı hücrede tutulduğu Bulgaristan kökenli bir tutukluyla ilgili, “Bizden olmayanların kokusu da başka” diye yazar.
Halkla/milletle “onlar” arasında da neredeyse türsel bir fark görür: "Biz bir türlü yer, bir türlü içer, bir türlü konuşuruz. Tıpkı sabırlı, çilekeş halkımız, tıpkı aziz ve sevgili Anadolumuz gibi. Halbuki siz çeşit çeşit, renk renk, türlü türlü adamlarsınız!” Bu onlar'm kapsamına, çekirdeğini “suyun öte yanından gelenler”in oluşturduğu seçkinler ve aydın zümresi girer, solcular girer; halktan-degil yaftası yiyen herkes girebilir. Halktan-olmayanlara dair bu ‘karışıklık’ imâsı, sadece ırkî değil ahlâkî ve cinsel çağrışımlar da taşır. “Çeşit çeşit, türlü türlü, renk renk” olmanın ırki imâsı, halktan olmayanların, biyolojik ve kültürel karışmışlıkları nedeniyle saf/gerçek Türk sayılamayacağıdır. “Çeşit çeşit, türlü türlü, renk renk” demekle, ahlâkî yönden, riyakârlık, samimiyetsizlik, karaktersizlik, korkaklık, züppelik vb. isnat edilir halktan- olmayanlara. Çinsel yönden, eşcinsellik ve kadınsılık isnat edilir. Bir yerde kullandığı “sosyal oğlanlar” tamlamasıyla, solculuğu ‘yumuşaklıkla’, eşcinsellikle eşler Osman Yüksel.
1969’da CKMP adına yaptığı radyo konuşmasında Yüksel, milliyetçi-mukaddesatçı seçmeni “ürkek değil erkek partiye oy vermeye” çağırır. Merkez sağdaki AP ılımlı tavrıyla komünistlere karşı yeterince kararlı, yani erkekçe önlem alamıyordur ona bakılırsa. (Tam otuz yıl sonra MHP, iktidar ortağı olmasına rağmen ‘muktedir’ olamayan ve 28 Şubat müdahalesiyle bertaraf edilen Refah Partisi’ne lâf atarak, “başörtüsü sorununu ürkekler değil erkekler çözer” sloganım kullanacaktır.) Osman Yüksel, Atsız’ı da tek parti yönetimine karşı ilk “erkekçe” muhalefet olarak över. Onda erkeklik, Atsız’daki gibi, öncelikle -sertliği, kararlılığı, dirayeti güvenceleyen- ahlâkî bir değerdir. Fakat Osman Yükselde daha fazlası vardır: Basbayağı kadın düşmanıdır. Doğan çocuğunun erken ölmesiyle ilgili, “İki İsmet’ten çektim, biri hürriyetimi aldı biri*** zürriyetimi” deyişindeki acılığı, kara mizaha da sığdıramazsınız. Biyografileri, gerçekten sevip saydığı tek kadının, kendisi küçükken ölen annesi olduğunu anlatır. Osman Yüksel, kadının öncelikli görevinin annelik olduğunu kalın çizgilerle vurgulayan milliyetçi-muhafazakâr ikazdan daha ileri gider. Kadın evinin dairesinden dışarı çıkmamalı, “dıştan kızarmamak, boyanmamak; güzel edepli utancıyla içten kızarmalıdır. İnkılâpçıların “Kadınları kafeslemek için kafesten çıkardığını söyler! Kadının kamusal hayata katılması, -“piyasaya sürülmüş kadın bolluğu” der buna-, ‘orospulaşmasına’ giden yolu açıyordur. Osman Yüksel kadının özgürleşmesini, kadın-erkek ilişkilerinin serbestleşmesini bir rezalet olarak tasvir ederken, iç gıcıklayıcı bir argoya kayar. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinden kız öğrencilerin açık giyinmesini skandalize ederken çizdiği ‘sahne’, örneğin: “Merdiven dibinde 3-4 erkek talebe var, yukarı doğru bakıyorlar... Ayıp değil, siz de bakıyorsunuz! Manzara enfes. Kız talebeler kısa etekleriyle kıvrana kıvrana yukarı çıkıyorlar; ta üst kattakiler dahi görünüyor.” Hocayı ayarlayarak ders geçebileceklerinden bahseden kız talebe, “yarın evine gider, birlikte boş yerlerimizi doldurturuz” diye konuşuyordur; bir kız, bir erkek öğrencinin ateşli bir aşk romanım birlikte okuyuşlarına tanıklığını aktarırken, “Artık siz de iyice doldunuz, kalkıyorsunuz” der. Şehirli gençlerin “geliş gidiş, oynayış ve apaçık münasebetleri” ona, Anadolu hapishanelerinde kız kaçırmaya teşebbüsten, zina suçundan, sarkıntılıktan mahkûm olmuş, genç insanların ‘dramını’ hatırlatır. Onların birçoğu kızların “tüyüne bile dokunmamış”ken namus belâsına hapis yatmaktadır, oysa berikilere her şey serbesttir. Adeta, kınama ve utancın altında haset kıpırdıyordur. Osman Yüksel’in cinsiyetçiliği, başlı başına faşizan mahiyettedir. Muhafazakâr ahlâkçılığın, hicap duygusunu ve ayıptan duyduğu tedirginliği kendisi için tahrik gerekçesine çevirerek saldırganlaşmasını temsil eder. Bu da bir tür (negatif) arzu politikasıdır neticede.
Osman Yüksel 1965-69’da milletvekili seçildiği Adalet Partisi’nin muhafazakâr kanadındaydı. 1969’da CKMP’ye geçti, 1977’deki çok kısa süreli*MSP tecrübesi haricinde CKMP-MHP çizgisinde kaldı. Milliyetçiliğin CKMP- MHP bünyesinde etkili bir politik harekete dönüştüğü 1960’lar ve ’70’lerde aslında onun önemli bir ideolog işlevi gördüğünü söyleyemeyiz. Ancak, Ser- dengeçti’de kurduğu dil ve edayla, Türkçü milliyetçiliğin ve onunla birlikte, faşist söylemin avamlaşmasının, taşrahlaşmasının ve popülerleşmesinin yolunu açmıştır.
(...)
Osman Yüksel, Serdengeçti, şiir de yazmıştır - manzume diyelim biz onlara. 1942’de yazdığı Moskofhame, şöyledir: “Dedelerimden kalma intikam var kanımda/Geçmişini sikerim Bulgar’ın Moskof un da/Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim/Alçakların sesini dinlerken mikrofonda/O kadar gururlanma, o kadar mağrur olma/Dün daha kölemizdin mahvolmuştun Pruf'ta/ Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla/Yatmıştı Katarina Baltacı’nm koynunda.”
* Osman Yüksel AP milletvekiliyken Meclis toplantılarında kravatlı katılma zorunluluğuna uzun süre direnmiş, sonra kravatı beline bağlayarak gelmiş, ilgili tüzükte kravatın nereye-nasıl bağlanacağına dair bir hüküm bulunmadığını söylemişti. Kravatsızlığı onun halktanlığının bir başka nişanesiydi.
** Nihal Atsız'ın Kemalist eliti zannettiği alegorik "romancık" Dalkavuk Gecesi'nde de vardır bu imge: "Yüzde yüz yabancı... sığıntı... atalarından bu toprak için ölmüş kimse olmayan..."
*** Eşinin adı İsmet'tir.
serdengeçti, ortalama ülkücü ufkun oluşmasında çok etkili olmuş bi yazar. kendisinden tek bir satır okumamış olsanız bile onun argümanlarından haberdarsınız: serdengeçti, halka malolmuş bi faşist; anonim bir dolaşımla hala anadolumuzun ufkunda bir hayalet gibi dolaşıyor.
şimdi cereyanlar'la devam edelim. (Cereyanlar, Tanıl Bora, İletişim Yayınları 2017, sayfa 290)
(...) Nevzat Kösoğlu’nun bahsettiği “kuruluk”, Türkçü hamaset ve maneviyatın yapaylık etkisi uyandırışıyla ilgilidir. Bütün yabancı bulaşıklarından arınmış pirüpak bir Türklük inşa etmeye dönük etno-mühendislik fanatizmine kapılan Türkçülük, tarihi, dili, kültürü hallaç pamuğu gibi atıyordu. Kısmen içeriden kısmen kenardan muhalefet ettikleri Kemalizmin kültürel ‘icatçılığıyla' akrabaydılar. Bütün Türkçüler Atsız gibi Allah’ın yerine tanrıyı geri getirmeyi özlemese, hatta kimileri dindar olsa bile, Türkçü söylemin sekület bir edası vardı - kutsiyetleri de etno-seküler bir nitelik taşıyordu. Şamanizme meftun olmayabilirlerdi fakat onun etno-dinsel mirasına romantik bir ilgi duyuyorlardı. Türkçü akımın taban tuttuğu öğretmen, öğrenci, genç subay zümrelerinin meşrebine uyan bu hava, dindar Ve muhafazakâr muhitlere soğuk görünmüştür. Atsız’ın gözüpek muhalefetine hürmet etmekle beraber onu yadırgıyorlardı. Türkçü akımın sadece edası değil ideolojik söylemi de seçkinciydi, halka değil seçkinlere hitap ediyordu.
Türkçülüğün 1944’te ‘aksiyonlaştığı’ linççi protesto hareketinin başını çekenlerden bir üniversite öğrencisi, Osman Yüksel, Türkçü ideolojinin bu meşrebini değiştiren bir başkalaşımın timsalidir. O, Türkçülüğün hem dinî muhafazakârlıkla eklemlenmesini hem popülist bir rotaya girmesini sağlayacak, böylelikle milliyetçi-muhafazakârlığm geniş çatısının inşasına da katkıda bulunacaktır.
Osman Yüksel (1907-1983), fiilen soyadı haline gelen Serdengeçti dergisiyle özdeşleşmiştir. 1947’de yayımlamaya başladığı, aralıklarla on beş yıl süreyle çıkardığı dergi, birkaç on binlik baskı sayılarına ulaşmıştır. Dönemin her meşrepten milliyetçi-mukaddesatçıları, gençlere önce onun yazılarını verdiklerini söyleyeceklerdir; çünkü basit ve ajite edicidir. Serderıgeçti sık sık kovuşturmaya uğramış, maddî darlıkla boğuşmuş, bir yandan da bu sıkıntıları mağduriyet fiyakasına dönüştürmüş bir kavga dergisidir.
Serdengeçti'nin logosunun altında “Hakka Tapar, Halkı Tutar” yazar. Bu söz, dinî hamasetle milliyetçi popülizmin bireşimini şiârlaştınr. Dinî atıflar aslında daha ziyade folkloriktir Osman Yüksel’in söyleminde; dindarlık, millîliğin ve halktanlığm kimlik belgesi işlevini görür. İslâm, ideolojik açıdan Osmanlı-Türk kimliğinin, sosyolojik açıdan “basit halk” kimliğinin bir unsuru ve işaretidir.
Osman Yüksel yazılarında sık sık halka ve halkın eşanlamlısı olarak “Anadolu”ya selâm verir: “Anadolu çocuğu...”, “halk çocuğu...”, “mütevekkil, çilekeş Anadolu köylüsü...”, “mümin ve mütevekkil Anadolu...”, “biz, Anadolu’nun bağrı yanık çocukları...” Bağrı yanıklık, hem yokluğa/yoksuluğa, hem dinî-muhafazakâr kültüründen ötürü aşağılanmaya işaret ediyordur. Osman Yüksel’in kendine biçtiği misyon, Anadolu’nun mazlum olduğu kadar sessiz ve vakur insanının sesi olmaktır. Yozlaşmış-yabancılaşmış aydınlara ve seçkinlere karşı yücelttiği halkı temiz, iyi niyetli ama saf, dolayısıyla vesayete muhtaç sayması, -dolayısıyla karikatürize ettiği seçkinci aydınlarla aynı tavrı paylaşması-, popülizmin evrensel paradoksu değil midir? Osman Yüksel, bu paradoksu, kendi halktanlığım, yalınlığını vurgulayarak örtecektir. 1968 Mayıs’ında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) milletvekili adayı olarak yaptığı radyo seçim konuşmasına şu hitapla başlayacaktır: “Karşınızda Meclisin doğru mu doğru, kravatsız; milletvekili* Osman Yüksel Serdengeçti! Bağrı yanık kardeşiniz, sizlere sesleniyor.”
Derbederlik, Osman Yükselin ‘samimi’ halidir gerçi, dağınıktır, çapaçuldur, fakat bunun adeta militanca teşhiri, ideolojik bir işlev görür: Onun avamlığını vurgular. O zaten köylü çocuğudur, okumuş yazmış takımından olmayan bir kanaat önderi oluşuyla yenidir ve bu hususiyetini kanırtır. Avamî dil ve duruş, Osman Yüksel’in ideolojik söyleminde, içerik kadar önemlidir. Bu eda, yapaylık ve kadınsılık alâmeti olarak deşifre ettiği “kibarlığa”, “formelliğe” ve bir bakıma modernliğe karşı doğal, sahih insan halinin ‘erkekçe’ savunusudur. Dobra dobra konuşma, hakikati “dümdüz” söyleme iddiasındadır; basit ve kısa cümlelerle yazmasını ayrıca “Türk’ün beklemeye tahammülü yok” diye haklılaştırır! Politik hasımlarla baş etmenin çözümünü de “dümdüz” söyler: “Mikroplara, parazitlere karşı kullanılan ilacı kullanmak! Yok etmek!”
Bu faşizan popülizm, muhafazakâr tahayyüldeki “basit halk” ve “küçük insan” idilinin bir dönüşümünü haber verir bize. Tipik örneğini Mahmut Şevket Esendal’ın öykülerinde bulabileceğimiz geleneksel muhafazakâr imgede Anadolulu halk adamı, çalışkan, dürüst, kanaatkâr, nikbin [iyimser], hayat ve cemiyetle uyum halinde, küçük mutluluklarla yetinmesini bilen, kendi halinde biridir. Halk, otantik/sahici, ezelî-ebedî, ‘has’ beşerî değerlerin mahfazası olarak bizzat muhafazakâr bir değer hükmü kazanır bu tahayyülde. Osman Yüksel’in etno-popülizmi ise bu değerin tehdit altında olduğunu hissetmekte, onu muhafaza edebilmek için saldırganlaşmaktadır. Serdengeç- ti’nin bağrı yanık Anadolu çocuğu, yabancıladığı yozluklara karşı hınçla doludur; kendisi belki yine vakarını korumakta fakat onun adına sesini yükseltip ‘rezilliklere’ küfrü basanın arkasında durmaktadır. Hızlanan modernleşme ve kapitalistleşme sürecinin, ayrıca demokratikleşmenin kışkırttığı arzularla, mahrumiyetlerin ve hayatın değişmesinin yol açtığı tedirginlikler arasındaki gerilimle ilişkilidir Anadolu insanı imgesindeki bu dönüşüm.
“Biz, Anadolu’nun bağrı yanık çocuklarındaki Biz’in ötekisi, Balkanlılardır. Bu karşıtlık, Anadolulu halkını küçük gören Kemalist seçkinlerin -başta Atatürk- Balkan kökenli olmasını ‘kullanır’ ve onları yabana olarak damgalar. “Kahpe Selamk”ten ve başka Balkan vilayetlerinden gelenler, “Işkodra Türkçesi” konuşanlar, “adı Türk” olsa bile “soyca ve huyca bizden olmayanlar”dır.** “Bu vatanı suyun öte yanıtıdan gelenler kurtarmadı” der Osman Yüksel. Vatanı Anadolu’nun ‘öz’ çocukları kurtarmış, fakat “suyun öte yanından gelenler” iktidarı gaspetmiştir. “Tek cümle ile Türkiye’de Türklerin hakimiyetini istemektir” diye meşrulaştırdığı ırkçılığı, bu sözde- Türk zümreye karşı bir savunma icabı olarak sahiplenir: “Türk olmayanlardan, kanı bozuklardan, sütü bozuklardan, devşirmelerden, dönmelerden bu millet çok çekmiştir.”
Irkçılık, Osman Yüksel’de ksenofobik bir tiksintiyle birleşir. “Yabancı görünce tüylerimiz ürperir” der. Hapiste aynı hücrede tutulduğu Bulgaristan kökenli bir tutukluyla ilgili, “Bizden olmayanların kokusu da başka” diye yazar.
Halkla/milletle “onlar” arasında da neredeyse türsel bir fark görür: "Biz bir türlü yer, bir türlü içer, bir türlü konuşuruz. Tıpkı sabırlı, çilekeş halkımız, tıpkı aziz ve sevgili Anadolumuz gibi. Halbuki siz çeşit çeşit, renk renk, türlü türlü adamlarsınız!” Bu onlar'm kapsamına, çekirdeğini “suyun öte yanından gelenler”in oluşturduğu seçkinler ve aydın zümresi girer, solcular girer; halktan-degil yaftası yiyen herkes girebilir. Halktan-olmayanlara dair bu ‘karışıklık’ imâsı, sadece ırkî değil ahlâkî ve cinsel çağrışımlar da taşır. “Çeşit çeşit, türlü türlü, renk renk” olmanın ırki imâsı, halktan olmayanların, biyolojik ve kültürel karışmışlıkları nedeniyle saf/gerçek Türk sayılamayacağıdır. “Çeşit çeşit, türlü türlü, renk renk” demekle, ahlâkî yönden, riyakârlık, samimiyetsizlik, karaktersizlik, korkaklık, züppelik vb. isnat edilir halktan- olmayanlara. Çinsel yönden, eşcinsellik ve kadınsılık isnat edilir. Bir yerde kullandığı “sosyal oğlanlar” tamlamasıyla, solculuğu ‘yumuşaklıkla’, eşcinsellikle eşler Osman Yüksel.
1969’da CKMP adına yaptığı radyo konuşmasında Yüksel, milliyetçi-mukaddesatçı seçmeni “ürkek değil erkek partiye oy vermeye” çağırır. Merkez sağdaki AP ılımlı tavrıyla komünistlere karşı yeterince kararlı, yani erkekçe önlem alamıyordur ona bakılırsa. (Tam otuz yıl sonra MHP, iktidar ortağı olmasına rağmen ‘muktedir’ olamayan ve 28 Şubat müdahalesiyle bertaraf edilen Refah Partisi’ne lâf atarak, “başörtüsü sorununu ürkekler değil erkekler çözer” sloganım kullanacaktır.) Osman Yüksel, Atsız’ı da tek parti yönetimine karşı ilk “erkekçe” muhalefet olarak över. Onda erkeklik, Atsız’daki gibi, öncelikle -sertliği, kararlılığı, dirayeti güvenceleyen- ahlâkî bir değerdir. Fakat Osman Yükselde daha fazlası vardır: Basbayağı kadın düşmanıdır. Doğan çocuğunun erken ölmesiyle ilgili, “İki İsmet’ten çektim, biri hürriyetimi aldı biri*** zürriyetimi” deyişindeki acılığı, kara mizaha da sığdıramazsınız. Biyografileri, gerçekten sevip saydığı tek kadının, kendisi küçükken ölen annesi olduğunu anlatır. Osman Yüksel, kadının öncelikli görevinin annelik olduğunu kalın çizgilerle vurgulayan milliyetçi-muhafazakâr ikazdan daha ileri gider. Kadın evinin dairesinden dışarı çıkmamalı, “dıştan kızarmamak, boyanmamak; güzel edepli utancıyla içten kızarmalıdır. İnkılâpçıların “Kadınları kafeslemek için kafesten çıkardığını söyler! Kadının kamusal hayata katılması, -“piyasaya sürülmüş kadın bolluğu” der buna-, ‘orospulaşmasına’ giden yolu açıyordur. Osman Yüksel kadının özgürleşmesini, kadın-erkek ilişkilerinin serbestleşmesini bir rezalet olarak tasvir ederken, iç gıcıklayıcı bir argoya kayar. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinden kız öğrencilerin açık giyinmesini skandalize ederken çizdiği ‘sahne’, örneğin: “Merdiven dibinde 3-4 erkek talebe var, yukarı doğru bakıyorlar... Ayıp değil, siz de bakıyorsunuz! Manzara enfes. Kız talebeler kısa etekleriyle kıvrana kıvrana yukarı çıkıyorlar; ta üst kattakiler dahi görünüyor.” Hocayı ayarlayarak ders geçebileceklerinden bahseden kız talebe, “yarın evine gider, birlikte boş yerlerimizi doldurturuz” diye konuşuyordur; bir kız, bir erkek öğrencinin ateşli bir aşk romanım birlikte okuyuşlarına tanıklığını aktarırken, “Artık siz de iyice doldunuz, kalkıyorsunuz” der. Şehirli gençlerin “geliş gidiş, oynayış ve apaçık münasebetleri” ona, Anadolu hapishanelerinde kız kaçırmaya teşebbüsten, zina suçundan, sarkıntılıktan mahkûm olmuş, genç insanların ‘dramını’ hatırlatır. Onların birçoğu kızların “tüyüne bile dokunmamış”ken namus belâsına hapis yatmaktadır, oysa berikilere her şey serbesttir. Adeta, kınama ve utancın altında haset kıpırdıyordur. Osman Yüksel’in cinsiyetçiliği, başlı başına faşizan mahiyettedir. Muhafazakâr ahlâkçılığın, hicap duygusunu ve ayıptan duyduğu tedirginliği kendisi için tahrik gerekçesine çevirerek saldırganlaşmasını temsil eder. Bu da bir tür (negatif) arzu politikasıdır neticede.
Osman Yüksel 1965-69’da milletvekili seçildiği Adalet Partisi’nin muhafazakâr kanadındaydı. 1969’da CKMP’ye geçti, 1977’deki çok kısa süreli*MSP tecrübesi haricinde CKMP-MHP çizgisinde kaldı. Milliyetçiliğin CKMP- MHP bünyesinde etkili bir politik harekete dönüştüğü 1960’lar ve ’70’lerde aslında onun önemli bir ideolog işlevi gördüğünü söyleyemeyiz. Ancak, Ser- dengeçti’de kurduğu dil ve edayla, Türkçü milliyetçiliğin ve onunla birlikte, faşist söylemin avamlaşmasının, taşrahlaşmasının ve popülerleşmesinin yolunu açmıştır.
(...)
Osman Yüksel, Serdengeçti, şiir de yazmıştır - manzume diyelim biz onlara. 1942’de yazdığı Moskofhame, şöyledir: “Dedelerimden kalma intikam var kanımda/Geçmişini sikerim Bulgar’ın Moskof un da/Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim/Alçakların sesini dinlerken mikrofonda/O kadar gururlanma, o kadar mağrur olma/Dün daha kölemizdin mahvolmuştun Pruf'ta/ Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla/Yatmıştı Katarina Baltacı’nm koynunda.”
* Osman Yüksel AP milletvekiliyken Meclis toplantılarında kravatlı katılma zorunluluğuna uzun süre direnmiş, sonra kravatı beline bağlayarak gelmiş, ilgili tüzükte kravatın nereye-nasıl bağlanacağına dair bir hüküm bulunmadığını söylemişti. Kravatsızlığı onun halktanlığının bir başka nişanesiydi.
** Nihal Atsız'ın Kemalist eliti zannettiği alegorik "romancık" Dalkavuk Gecesi'nde de vardır bu imge: "Yüzde yüz yabancı... sığıntı... atalarından bu toprak için ölmüş kimse olmayan..."
*** Eşinin adı İsmet'tir.
↧
jin xingye
↧
Chicago'dan İstanbul'a Haymarket'ten Taksim'e 1 Mayıs Tarihinin İzinde
![]() |
MEHMET Ö. ALKAN'ın Toplumsal Tarih'in 209. sayısında yayınlanan yazısını kendisinden izin almadan (öhöm) blogumda yayınlıyorum. |
1 Mayıs, darbe dönemiyle yeniden yasaklı kutlamalar listesine alınacak ve Taksim Meydanı her yıl 1 Mayıs’ta yeni bir mücadeleye tanık olacaktır. Nihayet 2008’de "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kabul edilmiş ve sonunda 22 Nisan 2009'da kabul edilen yasa ile 1 Mayıs, "Resmi Tatil" günü olarak ilan edilmiştir. Bu son cümlenin ardında bile Türkiye için henüz yeterince araştırılmamış tamı tamına ıoo yıllık bir mücadele yatar.
1 MAYIS'lN DOĞUŞU
1 Mayıs'ın "işçi günü" olarak tarihi 1886 yılında Amerika’nın Chicago kentinde başlar. 1 Mayıs 1886 günü Chicago'da genel bir grev düzenlenmiştir. Grevin amacı 1867'de kabul edilmesine rağmen henüz hayata geçirilmeyen günlük 8 saatlik çalışma süresiyle ilgili yasanın uygulanması için ülke genelinde bir uyarı yapmaktır. Hatta bu amaçla "Sekiz Saatlik Gün"şarkısı bile yazılmıştır. Her yerde şu slogan duyulmaktadır: "İş için sekiz saat, uyku için sekiz saat, yapacağımız şeyler için sekiz saat!" Bu dönemde kullanılan bir başka slogan "Azalan saatler, artan ücretler"şeklindedir. Günlük 12-14 saatlik çalışma süreleri yerine, günlük 8 saatlik çalışma süresinin kabul edilmesiyle hem kısmen işsizliğin önüne geçileceği, hem düşük ücrete bir parça çare bulunmuş olacağı, hem de özellikle çocuk işçilerin insanca gelişiminin sağlanması açısından üzerinde önemle durulmuştur.
Sonunda, bu konuda ülke genelinde yapılan çağrı karşılık bulur ve örneğin işçi hareketi geleneğinin güçlü olduğu Chicago’da 1 Mayıs 1886 Cumartesi günü büyük bir yürüyüş düzenlenir. Yaklaşık 80.000 işçi kol kola girmiş, bir yandan şarkılar söyleyerek, bir yandan da sendikalarının afişlerini taşıyarak Michigan Caddesi’nden yürüyüşe başlamışlardır. Bu dayanışmanın işçi devriminden korkan bazı işverenleri şoke ettiği ve hemen işçi ve işçi sendikalarıyla aynı ücrete 8 saatlik işgününü kabul eden anlaşmaları imzaladıkları bilinmektedir. Günümüzde kutlanan 1 Mayıs’ın atası, işte bu günümüzde kanıksanmış günlük 8 saatlik çalışma süresinin kabul ettirilmesi için yapılan grev, görkemli yürüyüş ve mitinglerdir. New York, Detroit, Wisconsin gibi eyaletlerde on binlerce işçi eylemlere katılır. Hareketin merkezi olan Chicago'da greve giden işçi sayısının 40.000 civarında olduğu, ülke genelinde ise 300 ila 500 bin kişinin greve çıktığı tahmin edilmektedir.
1 Mayıs 1886 günü, ABD genelinde yaklaşık 1 milyon işçinin genel greve ve gösterilere katıldığı söylenir. İlk kez siyah işçilerle beyaz işçilerin birlikte yürüdüğü, kamusal parklara siyah işçilerin de girebildiği büyük bir gösteri yapılır. Barışçıl ve olaysız başlayan gösteriler izleyen günlerde de devam edecek ve fakat bir provokasyon, etkisi ve kavgası günümüze kadar gelen bir trajedinin yaşanmasına sebep olacaktır.
HAYMARKET VAKASI YA DA HAYMARKET KATLİAMI
Günlük 8 saatlik çalışma süresi uygulamasının hayata geçirilmesi konusunda düzenlenen 1 Mayıs'tâki bu görkemli gösteri ve grevin ardından, 2 Mayıs Pazar günü de hem ABD’de, hem de Chicago'da barışçıl yürüyüşler devam eder. Ancak 3 Mayıs'ta barışçıl hava bozulmaya başlar, greve katılan işçilerin bazıları işten atılır. Grevci işçilerle grev kırıcı işçiler arasında başlayan gerilim kavgaya dönüşür ve bu sırada polisin grevci işçilerin üzerine ateş açmasıyla bazı işçiler ölür.
1 Mayıs’ı düzenleyen işçiler, polisin bu ölçüsüz saldırısını kınamak ve protesto etmek için, 4 Mayıs Salı günü akşamı Chicago'da Haymarket denen meydanda bir miting yapma kararı alırlar. Bu mitingin, dönemin işçi yanlısı belediye başkanı Carter Harrison’un izin verdiği yasal bir miting olduğu ne yazık ki birçok kaynakta zikredilmez bile.
Akşam 7.30’da başlaması gereken miting bir saat gecikmeli başlar. Beklenen 20.000 işçi yerine 2.500'den az gösterici gelir. Miting sonuna doğru, vaiz Fielden konuşmasını tamamlamak üzereyken meydanda 200 civarında gösterici kalmıştır. Tam bu sırada 176 silahlı polis kalabalığa saldırır. Derken, kimliği günümüzde de hâlâ bilinmeyen biri(leri) Amerika tarihinde ilk kez polise doğru bir dinamit (boru bomba) fırlatır. Bombanın etkisi ile bir polis ölürken (Mathias J. Degan), panikleyen polislerin sağa sola ateş etmesi nedeniyle ayrıca 7 polis ve 4 gösterici ölür, onlarcası yaralanır.
Ertesi gün yalnızca Chicago’da değil, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilir. Bundan sonraki süreç yine yalnızca Chicago'da değil, dünyada işçi karşıtı bir dizi eylemin başlamasına neden olur. Yerel sendikalar kapatılır, işçi liderleri tutuklanır, evler izinsiz bir şekilde aranır, sendika gazeteleri süresiz kapatılır.
SOSYALİZM, ANARŞİZM VE EMEK TARİHİNDE BİR DÖNÜM NOKTASI
Haymarket Vakası sonrasında ölen toplam sekiz polise karşılık, adeta misilleme yaparak sekiz miting düzenleyicisi tutuklanır-, August Spies (1855-1887), Albert Richard Parsons (1848 - 1887), Adolph Fischer (1858- 1887), George Engel (1836-1887), Louis Lingg (1870-1887), Oscar Neebe (1850-1915), Samuel Fielden (1846-?) ve Michael Schwab (1853-?).
Hem "1 Mayıs", hem de 4 Mayıs'ta yaşanan Haymarket Vakası, emek tarihi açısından olduğu kadar sosyalizm ve anarşizmin tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Anarşistler 1 Mayıs’ın anarşist bir eylem olduğunu, tutuklanan ve bir kısmı idam edilen sekiz kişinin de anarşist ideolojiye bağlı olduğunu vurgularlar.
Tutuklamalar sonrasında iki ay sürecek olan Amerikan tarihinin en ünlü davalarından biri başlar. Adalet açısından dava o kadar gayri ciddi bir hal alır ki, Chicago Tribün gibi saygın bir gazete bile jürinin bu 8 kişiyi suçlu bulması için jüriye para ödemeyi önermiştir. Dolayısıyla daha başından itibaren adil ve dürüst bir şekilde sürmeyen yargılama sürecinin planlı bir idam kararı alma süreci olduğu konusunda tartışma yoktur. Bu nedenle 21 Haziran 1886'da başlayan ve tarafsızlığını yitirdiği herkesin malumu olan jürinin de hazır bulunduğu davanın 20 Ağustos 1886'da idam kararlarıyla son bulması kimseyi şaşırtmaz. Duruşma sonunda yapılan "yargılananların yargılamaları" başlıklı meşhur konuşma, anarşizmin tarihinde bir manifesto olarak kabul edilmiştir.
Jüri 8 kişiyi de suçlu bulmuş, 7 kişinin asılarak idam edilmesine ve Oscar Neebe’nin de 15 yıl ağır hapisle cezalandırılmasına karar vermiştir. İdamdan bir gün önce gelen temyiz baskısıyla da Samuel Fielden ve Michael Schwap’in ölüm cezaları ömür boyu hapse çevrilir. Aynı günün sabahı Louis Lingg hücresinde kafasının bir bölümü bir dinamit kapsülüyle parçalanmış olarak bulunur. Adolph Fischer, George Engel, Albert Parsons ve August Spies 11 Kasim 1887 günü asılarak idam edilirler.¹
İdamların üzerinden 6 yıl bile geçmeden, adaletin tecelli etmediği ve haksız yere idam edildikleri anlaşılacaktır. Haziran 1893'te Illinois Eyaleti'nin valisi bu adaletsizliğe izin veren bütün bir yargı sistemini kınar ve devlet adına özür diler. Hapis yatmakta olanlar serbest bırakılır.
Bu süreçte 1 Mayıs Avrupa'ya taşınacak, Amerika'da etkisini kaybetmeye başlayacaktır. Uzun süre Amerikan işçi hareketinin yarısı 1 Mayıs'ı Emek Günü olarak beklerken, diğer yarısı Eylül’ün ilk pazartesi gününü emek günü olarak kutlamıştır. Rusya'daki Ekim Devrimi’nden sonra 1 Mayıs "komünizm” ile ilişkilendirilir ve kutlanmaktan vazgeçilir! Tuhaftır, dünyada 1 Mayıs’ın kutlanmasına neden olan olay Amerika'da yaşanmış ancak Amerika'da hâlâ resmen tanınmamaktadır. GünümüzdeAmerika'da Eylül’ün ilk pazartesi günü "emek günü" (Labour Day) olarak kutlanan tatil günüdür.² Aslında 1 Mayıs'ın "İşçi Günü" olarak ilan edilmesine giden süreçte etkili olan olaylardan biri, devletin, Haymarket Vakası’nda yalnızca polisin rolünü öne çıkartan bir heykel yaptırmasının yarattığı tepki rol oynamıştır. Heykelin dikilmesinden 2 ay sonra 1 Mayıs Uluslararası İşçi Günü olarak kabul edilmiştir. Bu tartışmalı heykel, Haymarket Anıtı olarak adlandırılan Chicago Polis Heykeli'dir.
POLİS KORUMASINDAKİ POLİS HEYKELİ (HAYMARKET ANITl)-1889
Dünyanın en garip heykellerinden biri Chicago'da bulunan Polis Heykeli/Anıtı’dır. Heykel, 4 Mayıs 1886’da yaşanan Haymarket Vakası nedeniyle, orada ölen işçi ve göstericiler yok sayılarak, yalnızca ölen polisleri "anmak” için devlet tarafından yaptırılmıştır. Heykel, Chicago polisinin haklılığını psikolojik olarak öne çıkarmak amacıyla, Johannes Gelert adlı bir heykeltıraşa sipariş edilmiştir. Daha vahimi, nispet yaparcasına, idamlardan iki yıl sonra, 30 Mayıs 1889'da düzenlenen mutantan törenle, Haymaket Vakası'nda bomba ile ölen polis memuru Mathias J. Degan'ın oğluna açtırılmıştır. Heykel, dur işareti yapan bir polis memuru şeklindedir. Chicago Kent Müzesi’nde de bulunan, Haymarket Vakası’nda görevli Başkomiser William Ward’in göstericilere hitaben söylediği varsayılan şu cümleler heykele yakıştırılmıştır. "Illinois Eyaleti halkı adına, size emrediyorum, çabuk ve sakin bir şekilde dağılın." Aslında bu cümle bile suçluyu işaret etmektedir!
Tahmin edilebileceği üzere Polis Heykeli açıldığı andan itibaren rahat bırakılmayacak, küçük saldırılara uğrayacaktır. Ancak heykele yönelik ilk büyük kaza/saldırı 1927 yılında yaşanır. Haymarket Vakası’nın 41. yıldönümü olan 4 Mayıs 1927’de bir tramvay kazayla yoldan çıkarak anıta çarpmıştır! Heykel tamir ettirilir ve Haymarket Meydanı'ndan alınarak 1928'de The Union Parka dikilir. 1950’lerde yine yer değiştirirse de saldırılar eksik olmaz. Beklenebileceği üzere 1968 olaylarından Chicago polisi de Polis Heykeli de fazlasıyla nasibini alır. Örneğin 4 Mayıs 1968 de, Haymarket Vakası’nın 82. yıldönümünde, Vietnam Savaşı karşıtlarının protestosu sırasında polislerle göstericiler arasında kalan heykel oldukça zarar görür. Ertesi yıl, 1969'da yaşanan "Öfke Günleri"nden kısa süre önce, 6 Ekim 1969’da radikal solcu Weatherman grubu tarafından heykelin bacakları arasına konan bir bomba ile heykel havaya uçurulur. Ancak heykel kısa sürede tekrar inşa edilip 4 Mayıs 1970'te, Haymarket Vakası'nın yıldönümüne yetiştirilerek törenle açılır. Saldırılar durmayacak, 6 Ekim 1970'te heykel tekrar bombalanacaktır. Heykel kısa sürede tekrar yapılacak, ancak bu kez 24 saat polis koruması tahsis edilecektir. Dünyanın ilk gerçek polisler tarafından 24 saat korunan Polis Heykeli, nihayet Ocak 1972’de Chicago Polis Müdürlüğü bahçesinde doğal, sürekli ve kapsamlı bir polis korumasına kavuşacaktır. Heykelin sondan bir önceki durağı, 1976'da götürüldüğü Chicago Polis Akademisi’nin kapalı bahçesidir. Ancak izleyen 30 yıl boyunca Haymarket Meydanı’nda kalan heykelin boş kaidesi, polis aleyhtarı birçok yazı ve çizime ev sahipliği yapar.
Polis Heykeli son durağına 2007'de taşınır. Bu kez hassasiyetler göz önüne alınarak Haymarket Vakası’nın 4 Mayıs'taki yıldönümünde açılmak yerine, 1 Haziran 2007'de açılır. Yeni yeri Polis Merkezi önündeki yüksek kaidenin üzeridir. Bir tören düzenlenerek Haymarket Vakası'nda ölen ilk polis Mathias J. Degan’ın büyük torunu tarafından açılışı yapılmıştır. Heykel Chicago Polis Müdürlüğü önündeki bahçede 24 saat 7 gün koruma altında. Heykelin ön yüzündeki yazı "Illinois halkı adına size sükûneti emrediyorum."şeklinde yumuşatılmış ve değiştirilmiştir. Anıtın arka tarafında Haymarket Vakası'nda ölen 8 polisin adları yazılmış ve 59 polisin de yaralandığı belirtilmiştir. Heykel'in sol yanında ise şu yazı yer alır: "Haymarket Anıtı, 1 Haziran 2007’de Chicago Polis Merkezi Karargâhında, 4 Mayıs 1886'da Haymarket çatışmasının bir sonucu olarak ölen 8 Chicago polisinin ve bu büyük şehrin vatandaşlarına hizmet etmek ve onları korumak için canlarını feda eden bütün diğer polislerin cesaretinin mirasına ithaf edilmiştir."
HAYMARKET ŞEHİTLERİ ANITI-1893
Bu yeni anıt, bir kadının olağanüstü gayretleriyle dikilmiştir. Yukarıda değindiğimiz Chicago'daki, tarihin ilk 1 Mayıs 1886 yürüyüşünün ardında Lucy ve Albert Parsons adında bir karı-kocanın hüzünlü ve kararlı hikâyesi vardır. Lucy 1853’te Teksas'ta bir köle olarak doğmuş, Amerikan İç Savaşı sonrasında bir büroda çalışmış, eşi Albert’le evlendikten sonra Chicago’ya taşınmıştır. Taşınmasının ardından ilgisini yazmaya ve dikiş işçisi kadınların sorunlarına ve örgütlemesine vermiştir.
Bir mürettip olan Albert, dönemin etkili işçi derneği Emek Şövalyeleri’nin bir üyesi ve Alarm adlı işçi gazetesinin de editörlüğünü yapmaktadır. Her ikisi de ilk 1 Mayıs ı886'da genel grevin örgüt lemesi için oldukça etkin bir şekilde çalışmışlardır. 4 Mayıs’taki Haymarket Vakasından sonra Albert Parsons idam edilmiş, ancak Lucy Parsons’un hikâyesi orada bitmemiştir.
İdamların ardından Lucy Parsons mücadelesine yeni amaçlar katarak devam etmiştir. Lucy, Pioneer Aid and Support Association adlı derneği kurmuş, 1887 ile 1893 yılları arasında ve başta idam edilenler olmak üzere ölenlerin dul, yetimleri ile bakmakla yükümlü oldukları yakınlarına yardım etmek için çabalamıştır. Ayrıca Haymarket Vakası üzerine yayınlar yapmış ve o sırada hapishanede yatmakta olan Haymarket Vakası’nın üç mahkûmunun davalarını temyiz etmek için gayret göstermiştir.
Ayrıca Lucy Parsons ve kurduğu dernek, Haymarket Meydanına, polisin şiddetini ve sonrasındaki idamları meşru gösterecek tarzda Polis Anıtı dikilmesinin ardından, gerçek Haymarket mağdurları anısına bir anıt dikilmesi için yoğun bir çaba harcamıştır. Lucy, "Haymarket Şehitleri” (Haymarket Martyrs) olarak adlandırılan idam edilenler anısına bir anıt yapılması için hemen harekete geçer. Waldheim Mezarlığında, idam edilenlerin yakınında inşa edilen anıtın açılması için 25 Haziran 1893 Pazar günü büyük bir tören düzenlenir. Chicago’nun merkezinden başlayan yürüyüş bir süre sonra trenlerle mezarlığa kadar sürer. Yürüyüşe sendika, dernek, müzik grupları ve korolarla, işçi, sosyalist ve anarşistler katılır. 3.000 kişi ile başlayan yürüyüş mezarlıkta 8.000 kişiye ulaşmıştır.
Binlerce insan mezarlığa geldiğinde ilginç bir program ile karşılaşırlar. İngilizce, Almanca, Lehçe ve Bohemyan dillerinde konuşmalar yapılır. İngiltere, Fransa ve Belçika'dan sendikalar çiçek demetleri yollamışlardır. Anıt kırmızı bir bezle sarılmış ve çeşitli sendikaların gönderdiği bayrak, flama ve afişler bulunmaktadır. Program, Heykeltıraş Albert Weinert’in yaptığı anıtı, Pioneer Aid and Support Association başkanına sunmasıyla başlar. Tam o sırada Fetzner Orkestrası "Marseillaise"i çalmaya başlar ve anıt idam edilen Albert Parsons’un 14 yaşındaki oğlu Albert Parson's tarafından açılır. (Adeta Polis Heykeli’nin açılışına karşılık verilmiştir. Yukarıda değindiğimiz gibi Polis Anıtı da bomba ile ölen polisin oğlu tarafından açılmıştı.) Ardından Humboldt Şan Derneği "Uyan" adlı eski bir Luteren ilahi okur.
Anıt önünde yapılan bu tören, 78 yıl sonra 1971'de, 78 yıl önceki sırasıyla tekrarlanacaktır. Törene o sırada hayatta olan son Pioneer Aid and Support Association üyesi Oscar Neebe’nin büyük torunu da katılacaktır. Sonrasında her 4 Mayıs'a en yakın Pazar günü Illinois Emek Tarihi Derneği ve diğer dernekler anıtın etrafında toplanmaya başlar.³
0 zamanki adıyla Waldheim, şimdiki adıyla Forest Home Mezarlığı’nda dikilmiş Haymarket Şehitler Anıtı, 1893 yılında yapılmakla birlikte, anıtın üzerinde idamların infaz edildiği 1887 yılı yazar. Anıtın önündeki kadın heykeli adaleti simgelemektedir. Adaleti temsil eden kadın, yere düşmüş bir işçinin önünde ayakta durmaktadır. Kadının bir elinde, ölen işçinin başının üzerinde tuttuğu defne çelengi bulunmaktadır. Kadın geleceğe doğru yürümektedir, gelen kuşakların daha iyi yaşaması için gerekirse adeta kılıcını çekmeye hazırdır.
Haymarket Vakası sırasında göstericilerin Fransız milli marşı Marseillaise"i hep bir ağızdan söylediği biliniyor. Ayrıca heykeltıraş Albert Weinert'in da o sıralarda 100. yılı kutlanmakta olan Fransız Devrimi’nden ve özellikle Fransız milli marşı "Marseillaise”dan etkilendiği çok açık.⁴ Aslında heykel bir başka açıdan "Michelangelo'nun
Pieta'sını, İsa'nın çarmıhtan indirildiği anı canlandıran ve kollarında Ölü İsa'yı taşıyan Meryem Ana heykelini çağrıştırıyor.
Haymarket şehitlerinden August Spies'in, 11 Kasım 1887’de asılarak idam edilmeden önce darağacmdan haykırdığı son sözler, anıtın ön tarafındaki kaidenin altına aynen yazılmıştır. "The day will come when our silence will be more powerful than the voices you are throttling today" (O gün gelecek, sessizliğimiz bugün kıstığınız sesten çok daha güçlü olacak.)
Anıtın arka tarafında dördü idam edilen, biri de intihar eden beş kişinin isimleri yazmaktadır. Ayrıca Illinois Eyaleti valisinin John P. Altgeld’in idamların üzerinden 6 yıl geçmeden, 1893'te, adil olmayan yargılamayı kınayan ve haksız idamlar nedeniyle özür dileyen uzun cümlesi okunmaktadır.⁵
HAYMARKET VAKASI PLAKETİ-1992 VE HAYMARKET VAKASI ANITI-2004
Biraz yukarıda anlattığımız gibi, Polis Anıtı, Haymarket Vakası olarak adlandırılan olayın geçtiği Haymarket Meydanı’na dikilmiş ve birçok saldırıya maruz kalınca Chicago Polis Merkezi’ne taşınmak zorunda kalmıştı. Bu heykel, polisi öne çıkaran ve göstericileri suçlu olarak gösteren bir tarzda yapıldığı için uzun yıllar sendikalar, sosyalist ve anarşistlerden tepki almıştı. Heykelin Polis Müdüriyeti'ne taşınması ve Soğuk Savaş’ın bitmesinin yarattığı uygun ortamdan sonra, Haymarket Vakası’nın yaşandığı yerde, 25 Mart 1992'de buradaki kaldırıma nihayet bir bronz plaket konmuştur. Haymarket'te yaşanan olaylar ilk kez "polisin/devletin'' bakışı dışında bir başka açıdan ifade edilebilmiştir. Ayrıca bu meydana, Haymarket Vakası’nı anacak bir anıt yapılması konusunda çabalar başlamıştır. Nihayet, Chicago’lu sanatçı Mary Brogger’in yaptığı ve sendika başkanlarıyla polis şeflerinin bulunduğu bir törenle bu anıt/heykel (Haymarket Memorial), 14 Eylül 2004 tarihinde açılmıştır. Anıt, Chicago Şehri, Illinois Emek Tarihi Federasyonu’nun da katkılarıyla günlük 8 saatlik çalışma süresi mücadelesinin anısına, Haymarket Vakası'nı ve saldırılarını anmak amacıyla dikilmiştir. Anıtın sol yanındaki açıklamalarda olayın anarşist aktivistler tarafından organize edildiği belirtilerek yaşananlar özetlenmiştir.
Haymarket Vakası’nı tasvir eden ve Chicago Kent Müzesinde de bulunan gravürde 4 Mayıs Günü Haymarket Meydanı’nda bir at arabasının arkasında yapılan konuşma ve bombanın patlaması tasvir edilmektedir. Bu gravürün yıllar sonra dikilecek anıta da ilham kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. [Gravür için The Haymarket Riots Chicago, 1886. Photo credit: Library of Congress]
TÜRKİYE'DE
II. MEŞRUTİYETİN 1 MAYIS'LARI
Türkiye’de işçi hareketleri 1860'lı yıllara kadar geri gitmekle birlikte 1 Mayıs'ların kutlanması için II. Meşrutiyet dönemini beklemek gerekecektir. II. Meşrutiyet işçi ve sosyalist hareketin geliştiği bir dönemdir. Grevler hayatın bir parçası durumuna gelir. Grevlerin konularından biri günlük mesailerin 10 saate indirilmesidir.⁶ Osmanlı’da 1 Mayıs’ın ilk kez nerede ve ne zaman kutlandığı konusunda muhtelif rivayetler var. Ancak daha önemlisi kutlanmış olması ve kutlamanın bir arada yaşamı vurgulayan bir eksende yapılmış olması.⁷ Rivayetlere göre ilk kutlamalardan biri 1905'te İzmir'de veya yeri belirtilmemekle birlikte 1906 yılındadır.⁸ Örneğin. Aydınlık 1925 yılında çıkardığı 1 Mayıs ile ilgili risalede şu bilgiyi veriyor: "Daha evvel 1906-1909-1910 tarihlerinde 1 Mayıs’ın Rum, Ermeni hatta bir miktar Türk işçileri tarafından bir bayram tarzında tes'id edildiğini görüyoruz. Fakat bunlar nihayet, kuzu pişirilen, helva yapılan Kâğıthane âlemlerinden başka bir şey değildi.’’⁹
1 Mayıs’ın 1908'den önce kutlanıp kutlanmadığı konusunda bir bilgi olmamasına rağmen II. Meşrutiyet sonrasında, 1 Mayıs, dönemin şartlarına göre kalabalık bir şekilde kutlanır. Gerçekten Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu'nun (SİF) kendi belgelerinden de anlaşıldığı kadarıyla II. Meşrutiyet sonrasında ilk 1 Mayıs kutlaması, 1909 yılında Üsküp ve Selanik’te yapılmıştır. SİF'in Sosyalist Enternasyonale gönderdiği "Avrupa Türkiyesinde Sosyalist Hareket" başlıklı rapora göre Üsküp'te kutlanan 1 Mayıs'a birden fazla örgüt katılmıştır.¹⁰ Osmanlı sosyalisti ve bir dönem İT listesinden parlamentoya girmiş olan Makedon (Dimitar) Vlahof Efendi’nin anılarında yazdığına göre İşçi Kulübü öncülüğünde yapılan Selanik'teki kutlamalara Yahudi, Türk, Makedon, Bulgar ve diğer milletlerden işçiler katılır." Sosyalist hareketin bir başka önemli ismi Abraam Benoraya da anılarında 1909'da Selanik’te kutlanan bu ilk 1 Mayıs'ın üzerinde önemle durur. Türk, Bulgar, Musevi işçilerin bando eşliğinde ve ellerinde kızıl bayraklarla, herkesin şaşkın bakışları altında gösteri yürüyüşü yaptıklarını anlatır. İşçiler ellerinde kızıl sosyalist bayraklar, hilalli Türk bayrağı, Yunan bayrağı ve dövizlerle yürümüşlerdir. Konuşmacılar arasında Ermeni, Türk, Sırp, Yunanlı işçiler bulunmaktadır. Yürüyüş rıhtımdan başlayıp Egnatia'dan devam edip, federasyon merkezinde son bulmuş ve mitingin görkemi ülke genelinde yankılanmışım.¹²
![]() |
Aydınlık dergisinin 1 Mayıs 1923 nüshasının kapağı. Üstte, "Bütün Dünya İşçileri Birleşiniz" yazmaktadır. Resimdeki işçiniı elinde tuttuğu pankartta "İşçi Günü 1 Mayıs" yazısı okunuyor. |
Türklerin katıldığı mitingde Enternasyonal birçok farklı dilde söylenir.¹⁶
Daha önceki yıllarda İstanbul'da kutlanıp kutlanmadığı kesin olmamakla birlikte, en azından 1911 yılında 1 Mayıs’ın kutlandığı bilinmektedir.¹⁷
TÜRKİYE SOSYALİSTLERİNİN İLK 1 MAYIS FOTOĞRAFI!
İTC hükümeti genelde muhalefet, özelde ise sosyalist hareket üzerinde baskı kurmaya devam etmiştir. Bu nedenle 1909'dan beri kutlanmakta olan 1 Mayıs, 1912 yılında ne Selanik'te ne de İstanbul'da kutlanmıştır. 1912 yılının 1 Mayıs'ında yürüyüş ve toplantı izni verilmeyince, Selanik'te SİF işçilere işbaşı yapmama çağrısında bulunur ki 7.000'e yakın işçinin bu çağrıya uyduğu yazılmaktadır. Ayrıca federasyon lokalinde de 1.200 kişinin katılımıyla bir toplantı düzenlendiği belirtilmektedir. Kutlama için dans gibi gösteriler yapılırken, polisin kalabalığı ve toplantıyı dağıttığı rapor edilmiştir.¹⁸
İstanbul'da ise Tetebbuat-ı İçtimaiye Cemiyeti'nin öncülüğünde Pangaltı'da Belvü Bahçesinde kutlanır.'¹⁹ İştirak dergisinin No: 2-20. sayısında (21 Haziran 1328 Perşembe (Temmuz 1912) s.24 yayınlanan "Pangaltı'daki Belvü Bahçesinde Efrenci 1912 Senesinde Mayısın Birinci Günü Osmanlı Sosyalistleri Tarafından İdare Edilen Bir Mayıs Bayramı" cümlesi okunmaktadır. Bu fotoğraf bildiğimiz kadarıyla Türkiye 1 Mayıs tarihinin ilk fotoğraflarından biri, belki de ilkidir. Fotoğrafın ortasına doğru iki pankart dikkat çekmekte, muhtemelen birinde Yunanca, diğerinde Latin harfli birer yazı bulunmaktadır.
![]() |
"Bütün Dünya İşçileri Birleşiniz" Aydınlık dergisinin 1 Mayıs 1924 |
1913 ve 1914 yıllarında 1 Mayıs kutlanamamış, İTC tam anlamıyla bir baskı kurmuştur. Konu federasyonun raporuna şu cümlelerle yansır-, 1 Mayıs 1914 günü yürüyüş yapamadık, bu keyfi yönetimi protesto ediyor ve sizlerle birlikte bir kez daha haykırıyoruz: Kahrolsun Burjuvazi! Yaşasın Özgürlük! Yaşasın Toplumsal Devrim!"²⁰
MÜTAREKE VE
CUMHURİYETİN İLK YILLARI
Mütareke döneminde 1919 yılından itibaren kutlama haberleri yayınlanmaya başlar.21 1920'de kutlanmayan 1 Mayıs, 1921'deki kutlamalarda bir yandan İstanbul Hükümeti'ni, diğer yanda da Milli Mücadele'yi destekleyen işçi örgütleri arasında bir zıtlaşma yaratmıştır. 1 Mayıs'ın İstanbul’da 1921’den itibaren kutlanmaya başladığı görülmektedir. Polis kutlamaları yasaklamakla ve katılanların cezalandırılacağı açıkça belirtilmekle birlikte, gösterilere hükümete sempati duyan Türkiye Sosyalist Fırkası ve Hüseyin Hilmi'nin öncülük etmesi müdahale edilmemesinin nedenlerinden biri olmuştur. Kutlamaların Kâğıthane'de yapıldığı, bando eşliğinde marşlar söylendiği, İştirakçi Hilmi ve bazı işçilerin mavi gömlek, kırmızı kravat taktıkları bu halleriyle Sadrazam Tevfik Paşa'yı ziyaret ettikleri ve "Bilumum İstanbul Amelisine" başlıklı bildiri yayınladıkları anlatılır.
1922 yılındaki kutlama aynı zamanda işgale karşı kapsamlı bir tepki olarak örgütlenmiş, Ankara Hükümeti ve Milli Mücadele'ye destek verilmiştir. İstanbul dışında Ankara ve İzmir'de de kutlamalar yapılmıştır. İşçiler aileleriyle birlikte kutlamalara katılmışlardır. Kutlamaların Sultanahmet'te başladığı ve uzun bir yürüyüşle Kâğıthane’ye dek sürdüğü belirtilir.
1923 yılındaki 1 Mayısa, İzmir İktisad Kongresi’nin de etki ve katkısı olur. İzmir İktisad Kongresi’ne katılan işçi gruplarının oluşturdukları Türkiye Umum Emekçi Grubu 39 maddelik bir temel esaslar kaleme almıştır. Buna göre ilk maddede "amele kelimesiyle hitap edilmekte olan kadın ve erkek erbab-ı say ve amelin ba’de-mâ (emekçi) unvanıyla tevsimi" ve 14. maddesinde de "Bir Mayıs gününün Türkiye Emekçiler bayramı olarak kanunen kabulü” isteği dile getirilmiştir.²² Bu isteğin 2008 yılına kadar kabul edilmemesi hazindir.
1927 yılında son kez kutlandıktan sonra yaklaşık 50 yıllık yasak hüküm sürmeye başlayacaktı.
"BAHAR BAYRAMI"
VE ADNAN MENDERES'İN
"TÜRK İŞÇİLERİNE HİTABI"
1935 yılında yayınlanan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun"un 2. maddesinin B fıkrası ile 1 Mayıs, "Bahar Bayramı" olarak kabul ve ücretsiz tatil günü ilan edilmiştir.24 1 Mayıs’ın ücretli tatil günü olması için 1951 yılını beklemek gerekecektir.
Resmi olarak ilk defa 27 Mayıs 1960 darbesinden 27 gün önce, 1 Mayıs 1960'ta, Başbakan Adnan Menderes, radyodan yayınlanan konuşmasında işçilerin 1 Mayıs Bayramını kutlamıştı. Anlaşılan o ki DP ve Menderes yükselmekte olan sol ve işçi hareketine sempatik görünmeye çalışmaktadır. Bu kutlama Menderes ile ilgili bir plağa da alınmıştır (Sultan Plak: HP- 502). Plağın bir yüzünde "Menderes'in London Clinic’ten Türk Milletine Mesajı adlı konuşması vardır (Sultan Plak:HP-501), diğer yüzünde ise "Menderes'in Bir Protokol Konuşması ve Türk İşçilerine Hitabesi (Sultan Plak:HP-502) bulunmaktadır.
Plakta önce bir kadın sesi duyulur ve şunları söyler: "Rahmetli Menderes vatanını ve milletini çok severdi. Köylü ve işçinin refahı en büyük emeliydi. Onlara hitap ettiği zaman sesi alev alev ruhundan kopmuş gibiydi. Şimdi Türk işçilerine hitabını kendi sesiyle dinleyeceksiniz." Ardından Adnan Menderes'in 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlayan sesi duyulur:
"Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı. İşçi kar- daşlarımıza elemsiz, kedersiz birçok bayramlar idrak etmelerini ve onların da şu anda saadetini temenni ederken, bu gayede kendilerine her zaman yardımcı olmanın en aziz emelim olduğunu ifade etmek isterim."
1961 ANAYASASI SONRASI 1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI VE TAKSİM
27 Mayıs darbesi sonrasında yasaklar devam eder. Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun TBMM’de kabul tarihi olan 24 Temmuz günü, 1 Mayıs’ın yerine bayram olarak kabul ettirilmek istenir, işe yaramaz.
Son kez 1927 yılında kutlanan 1 Mayıs, yıllar sonra ilk kez kapalı alanda 1 Mayıs 1975’te İstanbul Tepebaşı’nda kutlanır.25 İlk kez açık olarak 1976’da DİSK'in öncülüğünde kitleselleşmiş, ama asıl 1977 1 Mayıs’ı hafızalarda kalmıştır. 1977’deki kutlama, provokasyonlar nedeniyle, 37 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanır. 1979’da sıkıyönetim komutanlığı izin vermeyip sokağa çıkma yasağı ilan etse de büyük bir kesim yasağa uymayarak korsan gösterilere katılır. 12 Eylül darbesinden sonra da uzun süre yasaklanır.
1981’de darbeciler Bahar Bayramı’nı da kaldırırlar. Ancak 1 Mayıs her sene merakla beklenir. 1989'da bir trafik polisinin hedef gözeterek yaptığı bir atışla öldürülen Mehmet Akif Dalcı hâlâ hafızalardadır. 1996'da polisin açtığı ateşle ölen 3 kişinin yarattığı öfkenin önünde kimse duramadı. O olayı Kadıköy'de yaşamış biri olarak öfkenin tarifini yapmak imkânsızdı. 1996, yılların birikiminin acımasızca taştığı ve kutlamanın öfkeye dönüştüğü 1 Mayıs oldu. 2005 yılına kadar yasaklı kaldı. 2006 1 Mayıs’ı ise Kadıköy'de çok geniş katılımla kutlandı. 2007'de Taksim'de kutlanmak istenmesi kanlı, dayaklı bitti.

2008 ise Taksim’in zorlandığı bir yıldı. 2009'da 1 Mayıs resmen "Bayram" olarak kabul edilmekle birlikte, Taksim’de kutlanamadı. Nihayet 2010 1 Mayıs'ı yıllardan sonra büyük bir coşku ve mahşeri bir kalabalıkla Taksim'de kutlandı.
i Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması konusunda ilk girişim 21 Nisan 2008 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın görevlendirilmesiyle başlar [Rearnt Gazete No:26 857 (25 Nisan 2008)]. Yapılan çalışmalar sonucu 22 Nisan 2009’da Ulusal Bayram ve Tatil Günleri Hak
kında Kanuna eklenen bir madde ile "1 Mayıs” "Emek ve Dayanışma Günü” olarak tatil günü ilan edilir [Reami Gazete N0.27212 (27 Nisan 2009)].
Türkiye'de kutlanmaya başlayan 1 Mayıs'ların 100. yılında 1 Mayıs, resmi bayram olabilmiştir.
SONUÇ YERİNE
1 Mayıs yalnızca sol, sosyalist, anarşist veya emek tarihi açısından değil, dünya tarihi açından çok önemli bir olaydır. Çalışanların günlük ortalama 12-14 saat olan çalışma sürelerinin yerine, 8 saatlik çalışma süresinin hayata geçirilmesi ve insanca yaşam koşullarının sağlanması için yapılan 1 Mayıs 1886’daki ilk greve çok şey borçlu olduğumuzu hatırlamamız gerekir. 1 Mayıs'ın ABD'de ortaya çıktığı halde orada hâlâ kutlanmıyor olması da yeterince tuhaf bir durum. Öte yandan

DİPNOTLAR
1Haymarket Vakası'yla ilgili gayet güzel bir makale için bkz. Barış Uygur; "ı Mayıs'ta 1886 Haymarket Olayını Hatırlamak: Haymarket Trajedisi ve Günümüzdeki Temsili" Tarih ve Toplum No:185 (Mayıs 2009) 39-47.
2Bu hikâye konuyu en iyi şekilde özetlediğini düşündüğümüz Illinois Emek Tarihi Derneği (Illinois Labor History Society) tarafından yayınlanan şu eserden alınmıştır. "William J. Adelman; "The Haymarket Affair" iç. Joe Powers, MarkRogovin, MarkAlmberg, Franklin Rosemont, WilliamJ. Adelman, Mike Giocondo, Michelle Melin, Ted Pearson, Jim Williams Tim Yeager; The Wday Will Come... Storied oj) the Haymarket Martyrs and the Men and Women Buried Along&ide the Monument (Chicago: Salsedo Press, 1997) second printing.
3Bilgiler "The Haymarket Monument At Waldheim" (Resmi tanıtım broşüründen) alınmıştır.
4Bilgiler "The Haymarket Monument At Waldheim" (Resmi tanıtım broşüründen) alınmıştır.
5"These charges are of personal character, and while they seem to be sustained by the record of the trial and the papers before me and tend to show that the trial was not fair, I do not care to discuss this feature of the case any farther, because it is not necessary. I am convinced that it is clearly my duty to act in this case for the reasons already given, and I therefore grant an absolute pardon to Samuel Fielden, Oscar Neebe and Michael Schwab this 26th day of June, 1893. - John P. Altgeld, Governor of Illinois."
6MeteTunçay; Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 Cilt:1 (Istanbul: İletişim Yayınları, 2009) s.41,4. Baskı.
7Bu bağlamda değerli bir makale için Y. Doğan Çetinkaya; "Tarih-yazmı, Gelenek İcadı ve Türkiye’de 1 Mayıs'ın 100. Yılı," Birikim, No. 241, (Mayıs 2009), s.70-74.
8Herhangi bir kaynak zikretmeksizin kutlamaları 1906'dan başlatan bir çalışma için Ahmet Seren; "Türkiye'de İşçi Sınıfı ve Tarihte 1 Mayıslar (1906- 1926)"yurt ve Dünya3 (1977) s.393 v.d.
9Mayıs ı Nedir? (İstanbul: Amedi Matbaası, 1341) s. 10 Aydınlık Kütübhanesi
10Paul Dumont; "Bir Osmanlı Sosyalist Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğu rıda Sosyalist Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) Belge.7 s.97.
11"Vlahof Efendi'nin Anıları: "Makedonya'da Sosyalist İşçi Hareketi" iç. George Haupt-Paul Dumont; Osmanlı imparatorluğu'nda Sosyalist Hareketleri İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) s.s.274.
12Abraam Benoraya’nın Anıları" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğu rıda Sodyalidt Hareketlerilstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) s.290 ve "1909 Yılının 1 Mayıs Bayramı" s.296-301.
13Paul Dumont; "Bir Osmanlı Sosyalist Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) BELGE-.6 s.85- 86.
14Abraam Benoraya’nın Anıları:"i909 Yılının 1 Mayıs Bayramı"" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğumda Sosyalist Hareketler) lstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) s. 300.
15Paul Dumont; "Bir Osmanlı Sosyalist Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğu rıda Sosyalist Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) s.53 ve 64 ve BELGE:i8114-115.
16Abraam Benoraya'nınAnıları 1909 Yılının 1 Mayıs Bayramı" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğumda Sodyalidt Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) s. 305-306.
17Orhan Silier; "Dersaadet Amele Cemiyetleri İttihadı" Tarih ve Toplum N079 (Temmuz 1990) s.24-30.
18Paul Dumont; "Bir Osmanlı Sosyalist Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğu rıda Sosyalist Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) BELGE:50 s.162- 163.
19Keskinoğlu, lrvem. "1 Mayıs’lar" Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi. Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1996), C. 1 s.180.
20Paul Dumont; "Bir Osmanlı Sosyalist Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu" iç. George Haupt-Paul Dumont; Odmanlı imparatorluğumda Sodyalidt Hareketler (İstanbul: Gözlem Yayınlar, 1977) BELGE:68 s. 190.
21Elbette Mete Hoca’nm kitabı bu konuda birincil kaynaktır. MeteTunçay; Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925 Cilt-.ı (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009) 4. Baskı örneğin 5.79,731,776,814,836. Ayrıca Mütareke ve Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki 1 Mayıs kutlamaları için hâlâ en iyi kaynak Zafer Toprak’ın (bir kısmını Ahmet Seren ve Hakkı Onur gibi takma isimlerle kaleme aldığı) makaleleridir. Aksi belirtilmedikle Cumhuriyet’rı başlarındaki 1 Mayıs’larla ilgili bilgiler birbirini tekrarlayan ve tamamlayan bilgilerle şu kaynaklardan derlenmiştir. Ahmet Seren; "Türkiye'de İşçi Sınıfı ve Tarihte 1 Mayıslar (1906- 1926)"yurt ve Dünya 3 (1977) s.388 ve Zafer Toprak; "Memleketimizde Amele Bayramları
I: Cumhuriyet Öncesi" Tarih ve Toplum No:41 (Mayıs 1987) s. 35-42 ve "Memleketimizde Amele Bayramları I: Cumhuriyet Öncesi" Tarih ve Toplum No:43 (Temmuz 1987)5.44-47 ve "Bir Mayıs Kutlamaları" s.236-239 ve l Idtanbul Andiklopedidi1 "1970’lerden Günümüze 1 Mayıslar" s.238-239, Idtanbul Andiklopedisi Cilt:2 (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994).
22Mehmet Ö. Alkan; "1923- İzmir İktisat Kongresi'ne Katkı-1: Türkiye Umum Emekçi Grubu TarafındanTespitEdilen Esasat-ı Umumiye" Birikim No:21 (Ocak 1991) s.30-40.
23Milliyet (2 Mayıs 1927) s. 1.
24"Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun" Redmî Gazete (1 Haziran 1935) No:30i7 s.5265. Kanunun kabul tarihi 29 Mayıs 1935.
25Keskinoğlu, lrvem; "1 Mayıs’lar" Türkiye Sendikacılık AndiklopedidiilstanbuT. Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1996), C.ı S.181.
*Bu yazıyı, Chicago’da 1 Mayıs ve 4 Mayıs 1886 alanlarını ve heykellerini/antlarını, 7 Ağustos 2010 tarihinde birlikte heyecanla arayıp bulduğumuz, hayatımdaki iki muhteşem kadına: Kafiye Alkan ve Şiir Alkan'a ithaf ediyorum.
Ayrıca konuya ilişkin şu yazıyı da okuyabilirsiniz: "1886 4 mayıs'ında haymarket'ta neler oldu?"
↧
↧
iyi şeyler mutlu insanların başına gelir*
Marx, Felsefenin Sefaleti’ni, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi" adlı kitabını eleştirmek maksadıyla yazdı. Benzeri bi şeyi yüzyıllar önce İbn-i Rüşd de yapmış; Gazzâlî’nin, felsefecileri tanrı karşısında hadsiz davranmakla suçladığı “Filozofların Çelişkileri” adlı kitabına karşı felsefeyi savunmak için yazdığı eserine “Çelişkinin Çelişkileri” ismini vermişti.
Dün gece rüyamda annemi gördüm. Arada uyanıyor gibi olunca, "dur uyuyayım yine ya, annemle biraz daha zaman geçireyim," diyordum.
“Çok az şey geldi başıma, çoğunu okudum. Daha doğrusu: Schopenhauer’in düşüncesi ya da İngiltere’nin sözel müziğinden daha çok hatırlamaya değen pek az şey geldi başıma,” diye yazar muzip bir edayla Yaratan’ın sonsözünde Borges.
“İnzalin belirtisi şudur, ellerini ayaklarını bırakır, gözleri küçülür ve erkeği ile yüz yüze gelmekten utanıp kolunu yüzüne koyar ve alnı terleyip eklemleri gevşer ve titreme gelip şehvetinden erkeğine sarılır” (17.yy., Tabib Mustafa Ebu'l-Feyz, Tuhfetü'I-Müteehhilin, s.A 10a)
Galip Paşa’nın Mutayaba-ı Türkiyye’sinde “daş erüşmez osuruğuna” diye, “çok koşarak kaçmak” anlamına gelen bi deyim kullanıyormuş.
Fransız düşünür Edmond Goblot, şöyle demiş: “Filozoflar başkalarının düşünmeden söylediklerini düşünerek söylerler. “ Hmmm..
Spinoza: “Lütfen, devinim durumunda olan taşın, bu süre boyunca, devinimini sürdürmeye çabaladığım sandığını ve bunu bildiğini düşünün. Şimdi bu taş, yalnızca çabasının bilincinde olduğuna ve hiç de kayıtsız olmadığına göre, kesin olarak bütünüyle özgür olduğunu ve devinimi sürdürmesinin tek nedeninin kendi isteği olduğunu düşünecektir. İşte bu, insanoğlunun iyesi olmakla övündüğü özgürlüktür ve işte bu yüzden insanlar isteklerinin bilincindedirler ve onları belirleyen nedenlerin ayrımında olmazlar. Aynı şekilde bir bebek sütü, kızgın bir çocuk öç almayı, korkak bir çocuk kaçmayı özgürce istediğini zanneder.”
Cananın o günkü hali eyvah / Eyvah benim o günkü halim diyor (Abdülhak Hamid)
Salman Ruşdi’nin “İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece”sini okudum. İçinde İbn-i Rüşd, Gazzali falan var diye sırf. (Rüşdi için değil yani.) Amerikan süper kahraman çizgi romanlarının kıyamet temalı hikayelerini andıran bi yapısı var: Cinler arası bir dünyalar savaşı söz konusu. Ama yine de keyif alarak okudum diyebilirim. Çeviriyi çok beğendim özellikle.
Bu kitabın bi yerinde şöyle bir cümle geçiyor: “Hepimiz onu (ölümü) içimizde taşırız, tıpkı bir meyvenin çekirdeğini taşıması gibi.”
Sâlâh Birsel, Bay Sessizlik’te Tibet’in kibar haydutlarından bahsediyor:
“Hue adında bir rahip XIX. yüzyıl ortalarında, Rahip Gabet ile birlikte Moğolistan ve Tibet'te misyonerlik çatapatasına çıktığı vakit, Tibet dolaylarında Sen-Ula dağına raslar. “iyi Dağ” anlamına gelen Sen-Ula karmanyolacısı bol, bir pekmez tavasıdır. Haydutlar uğruluklarım hep çıtıpıtı sözlerle süslerler ve hiçmihiç, piçtovlarını. yolcuların gögüslerine dayayıp: “Ya keseni, ya canını” demek görgüsüzlüğünde bulunmazlar.
Sadece avlarına gönülsüzce yaklaşır ve: ''Ağabey, taban tepmekten yoruldum bana atını biraz verir misin?“ derler.
Ya da: — On param yok. Ağabey cüzdanım bugünlük kullanabilir miyim?
Ya da: — Ağabey hava çok söğüdü. Lütfen giysini ödünç verir misin?
Eğer ağabey, bunları ödünç verecek kadar insanseverse uğrular ona bin teşekkür edermiş. Yok, buna yanaşmazsa o zaman da sopaya başvurulurmuş. O da yarar sağlamazsa bu kez
de kılıca el atılırmış.”
Nabokov, “Göz”de Marx hazretlerine şöyle laf atmaktadır: “Her şey akışkan, her şey şansa bağlıdır, Viktorya modası kareli pantalonlu o aksi burjuvanın, uykusuzluk ve migrenin meyvesi Das Kapital'in yazarının çabaları da boşunaydı. “
“Uykusuzluk ve migrenin meyvesi…” (Meh!..)
Yarın bir mani çıkmazsa Genç Marx’a gitmeyi düşünüyorum.
Nabokov, aynı öyküde şöyle diyor bi de: “Sanki güzellikleri yüzünden gözleri gündelik kullanıma uygun değilmiş gibi.”
“Aşkı bilen,” diyor Neşet Ertaş, “saz çalmasın.”
Zygmunt Bauman ne diyordu?: “Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir… Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak…”
*Theodore Roethke
↧
grand canyon'ın ruhu
Harun Mehmedinovic'in grand canyon'ın en önemli sakinleri olarak bulutları baş köşeye oturttuğu muhteşem bir videosu.
↧
marwane pallas
marwane pallas, insan bedenini öteki nesnelerle ilişkiye sokmak marifetiyle irkiltici manzaralar oluşturuyor.
↧